İsmet Özel: Erkekler öküz olmadığı sürece ben kadınlara inek diyorum

*İslami kesimdeki imamlık, hocalık, üstatlık, abilik sistemini eleştiriyorsunuz. Yerden göğe kadar da haklısınız. Ama İslam'ı, sizin gibi anlamadılar diye, hırçınlaşarak üstatlık rolüne talip olan siz değil misiniz?

İslami eğitim tarzında hocaya talip olunur. Onun için talebedir onun adı. Ama hoca da talebesini seçer. Yani bir insan, filancadan ders almak isteyebilir, fakat o ders verecek olan da, 'Sen bu dersi almaya müsaitsin veya değilsin' diye karar verir. Hatta tasavvufta, şeyh bazı insanların peşine düşer, müridi olsun diye. Yani çünkü vereceği şeyi o alabilir ancak. Ben şeyhlik, müritlik, üstatlık, ağabeylik sistemini eleştirirken, böyle bir ilişki kurulmadığını, işin tam tersine, hakimiyet ve yararlanma ilişkisi olarak devam ettiğini söylemeye çalıştım. Ben üstat falan olmadım. İlgilendiğim meseleler dolayısıyla uygun çizgiyi tutturacak birisi olsaydı, bunu ret mi edecektim?


*Siz ederdiniz valla!

Hayır. Nitekim birçok deneme de benim haklı olduğum şekilde tezahür etti. Tıpkı yayın organlarında olduğu gibi, bireyler de bana yaklaşırken benim havamı, taşıdığım şeyden daha önemli buldular. Şimdi yarım bıraktığım şeyleri tamamlamaya çalışacağım. Çünkü ben bütün bu süreç boyunca, takınılacak tavır konusunda insanlarla yardımlaşmayı, dayanışmayı-elbette benim farkına vardığım şeylerin-onların da farkına varmasını sağlamak için uğraştım.

*Ama yine de sizi idol etmelerine müsaade ettiniz. Hiç mi kusurunuz yok bunda?

Başka bir formu yok bunun. Bir adam kahve gürültüsü içinde konuşup, sözlerinin neye değdiğini anlatamaz. Diyelim ki bir kahvehanedeyiz. Herkes patır kütür konuşuyor. Bir adam da 'Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak' diyecek. Bu adam, 'Yanındakine söylesene bu kahve bombalanacak' diyemez.

*Sandalyenin üstüne çıkıp......

'Susun lan!' der. 'Laga luga yapmayın. Biraz sonra bu kahve bombalanacak!' Böyle demezse hiçbir şey anlaşılmaz. 'Ey muhterem kahvehane sakinleri' diye lafa başlasa herkes ticari kaygılarla böyle konuştuğunu, sirk palyaçosu olduğunu düşünür. Benim de bir şekilde 'Bakın, bu böyledir' demeyi sağlayacak bir üslup tutturmam gerekir.

*Bunda, ruhunuzun saygı ve hürmete fazlaca ihtiyacı olmasının bir rolü yok mu?

Yok. Amerikan sosyologlarının haberdar olduğum araştırmalarına göre, politikacılar bu mesleği, daha ziyade anne şefkati arayışı için seçerlermiş. Yakın ilgi bulamadıkları için bunu kitle ilgisi ile telafi etmeye çalışırlarmış. Bu belki isabetli bir yorum olabilir. Mesela Hitler'in Führer olmadan önceki hayatı oldukça karışık. Çok özel sebeplerden dolayı, o siyasi yaklaşımı benimsemiş olabilir. Çünkü J. P. Taylor diye bir İngiliz tarihçisinin söylediğine göre Hitler, en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaparmış. Yani Hitler'le konuşmak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değilmiş.

*Sizde de psikolojik bir boşluk var mı?

Varsa bile, benim şiir alanında yaptıklarım, bu psikolojik sorunlarımla baş etmem için yeterlidir. Benim ayrıca bu ideolojik kelam ile bazı şahsiyet problemlerime çözüm aramam, bana göre aydınlatıcı bir bilgi sayılmaz.

*Sizin şahsiyet problemleriniz neler ki?

Kendi psikanalizimi mi yapmamı bekliyorsunuz?

*Varsa cesaretiniz!

Ben bunları yapıyorum. Ve bu bende kalıyor. Sonra kendimi tedavi etmeye çalışıyorum.

*Biraz ipucu verin.

O zaman bu sır olmaz. Ben size bir hikâye anlatayım. Anadan doğma bir kör varmış. Ama hayatını iki gözü gören bir insan gibi yaşarmış. Merak etmiş herkes tabii. Ama o, bu konuda hiçbir bilgi vermemiş. Günün birinde kıramayacağı kadar yakın birisi çıkmış karşısına. Demiş ki 'Sen nasıl oluyor da, iki gözü gören bir adam gibi yaşıyorsun?' Ona cevap vermezlikten kaçamamış. Demiş ki, 'Benim, önümde iki tane koç beliriyor. Mesela şu bardağı tutmak istedim değil mi, iki tane koç, bardağın iki yanında duruyorlar, ben ortadan bardağı tutuyorum. Hangi yoldan gitmem gerektiğinde o iki koçun arasında gidiyorum.' Ama sözünü burada kesmiş. Demiş ki, 'Bunları söyledim, koçlardan birisi kayboldu. Bunu söyledim, ikincisi de kayboldu.' Ve adam günün geri kalan kısmını bir âmâ gibi geçirmiş. İnsanın ayakta durmak için kendisiyle ve Rabbiyle sır olan kısmı, başkasına söylemesi, aleyhine olur. Onun için İslam'da bütün hükümler zahire göre verilir. Rüyalar göreni bağlar.

*Ama verdiğiniz örnekte sır, pozitif. Ben sizin huysuzluğunuzun sırrını istedim. Yoksa sizin önünüze de size dev aynası tutan şeytanlar mı çıkıyor?

(Kahkaha) Benim önüme çıkan şeytan dünyayı kundaklamaya beni kışkırtıyor.

*Özel hayatınızda mutlu bir adam olsaydınız, size sizi yumuşatacak bir kadın eli değseydi böyle bir İsmet mi olurdunuz?

Bu Freud'un sublimasyon yani yüceltme tezi. Freud der ki, 'İnsanlar, sanat eserleri gibi, bilim çalışmaları gibi yüce şeyleri, hayatlarındaki mahrumiyetleri, özellikle cinsel doyumsuzlukları telafi etmek için yaparlar.' Buna gençliğimde ben de inandım. Ama böyle olmadığını Freud'un talebesi Jung'dan öğrendim. O diyor ki: 'Evet, şairler birçok cinsel problemler taşıyan insanlar. Ama aynı problemleri yaşayan insanlar şair olmuyorlar ki.' Yani insanların cinsel tatminsizlik içinde olmaları eğer birtakım davranışları benimsemelerine sebep olsaydı, o zaman o tatminsizlikler kimde varsa onun da bir numara çekmesi lazımdı. Sadece şair olması lazım değil. Mimar olabilirdi. Ama böyle bir şey yok.

*Şairliğinizi sorgulamaya ne cüret ederim, ne böyle bir niyetim var. Ama söyleyin, aşkı yaşayan bir insan olsaydınız, bu kadar öfkeli olur muydunuz?

Bilakis, ben bu manada birtakım tatmin fırsatları elde etmiş biri olsaydım belki çok daha cüretkâr ve saldırgan olurdum. Mesela Arapça bilmeyişimi de Allah'ın lütfu olarak yorumluyorum. İyi bir Arapça bilgim olsaydı, şimdi olduğundan çok daha ukala olurdum.

*Bundan ötesini ben düşünemiyorum!

Öyle mi? Olsaydı da görseydiniz.

*Siz mutsuz bir insansınız, doğru mu?

Çok doğru. Çünkü mutluluğun daha ziyade ineklere yakıştığını düşünüyorum. Saman bulan ineklerin hepsi mutlu olur.

*Ama sublimasyonu şimdi yaptınız. Sahip değilsiniz diye küçümsediniz mutluluğu, kendinizi yücelttiniz.

Mutluluğu küçümsediğim yok.

*Ama ineklere layık gördüğünüze göre küçümsüyorsunuz.

Boğalar mutlu değil, inekler mutlu.

*Mutlu olan boğalar inekliğe mi dönüyor yani?

Herhalde onlar da mutluluğu boğalığı devam ettirmekte bulamayacaklarını anlıyorlar.

*Açık konuşun, siz kadınlara inek mi diyorsunuz?

Erkekler öküz olmadığı sürece evet. Çünkü erkek olmasına rağmen öküz, erkekliğini kullanamaz.

*Kadınlardan nefret mi ediyorsunuz?

Nefret demeyelim de hınç diyelim. Çünkü ben sevdiğim kızla evlenemedim. Hıncım onun gibilere. İnsan tercih edilmek, seçilmek istiyor.

*Ondan yola çıkıp bütün kadınlara hınç mı besliyorsunuz?

Beni seçmeyen bütün kadınlara hınçlıyım. (Gülmeler)

*Hiçbir kadını yanınıza yaklaştıracak kadar yüreğinizin sıcak olduğuna inanmıyorum.

Ben de hiçbir kadının benim yüreğime yaklaşacak kadar cesur olduğunu sanmıyorum.

*Fırsat verdiniz de yaklaşamadılar mı?

Tabii ki. 'Yanarım' diye çekildiler. 'Bu adamla, onun istediği şekilde bir ilişki kurduğum takdirde ben ne olacağım?' dediler.

*Sunduğunuz format neydi?

Kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım.

*Eşiniz köleniz olmadı diye mi küstünüz ona?

Köle olmak şöyle dursun, beklediğim yardımı bile alamadım. İyi evlilik kolay elde edilebilen bir şey değil. Bunun yanı sıra çocuklar Allah'ın bize emaneti.

*Peki köleniz olmasını istediğiniz kadının siz de kölesi olacak mısınız?

Hayır. Çünkü bir ilişkide iki köle olmaz.

*Neden siz değilsiniz köle de, kadın oluyor?

Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de 'Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır' diye yazıyor.

*Bu, 'kadın köledir' değil ki. Siz oradan ürün alacaksınız, soyunuz ilerleyecek anlamındadır.

Ayet-i kerîme nasıl devam ediyor: 'Onlara istediğiniz zaman girebilirsiniz.' Kadın benim tarlam olacağına kölem olduğu takdirde, daha avantajlı durumda. Çünkü köleyle bir diyalog kurmak mümkün. (Suat Yıldırım'ın mealinde ayetin doğrusu şöyle: 'Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah'ın haram kıldığı şeylerden korunun ve onun huzuruna varacağınızı iyi bilin.' NA)

*Kadınları Tanrı'nın muradı dışında aşağılıyorsunuz. O, böyle adaletsiz olamaz.

Tanrı'nın adaletsiz olduğunu kim söylemiş? Demek ki adalet bu.

*Çok hastalıklı bir yorum bu. İstemesem bile, erkeğim benimle olmak istiyor diye buna müsaade edeceğim ha?

İnsanın fiziki zorlukları dışında evet.

*Ne diyorsunuz ya siz? Psikoloji diye bir şey var.

Neden bir kadın kocasından bağımsız bir psikoloji sahibi oluyormuş?

*Siz delirdiniz mi? Niye olmasın?

O zaman niye onun kocası, niye onun karısı? Evlilik bir birlik değil mi?

*Sizin anlattığınız birlik değil ki.

Bir insan evlendiği zaman, evlenmeden önceki insan değildir.

*Bu neden sadece kadın için geçerlidir?

Erkek için geçerli olmadığını kim söyledi? Siz bana deseniz de, kadın erkekle beraber olmak istedi, ama erkek onu reddetti. Buna erkeğin de hakkı yok tabii ki.

*Köleyse, kadın efendisinden nasıl bir şey talep edecek?

Şarkıda söylendiği gibi, efendi, ihsanını köleden esirgemez.

*O zaman niye kadını köle olarak adlandırıyorsunuz da, 'Erkek de onun kölesi olmalı' demiyorsunuz?

Bir iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz.

*Bir iş İsmet Özel, bin türlü yapılır.

Hayır, her biri başka iştir onların. Her biçim, başka bir özdür.

*Yine söz oyunu. Bir erkeğin kölesi olma mantığıyla hiç işim olmaz!

Erkeğinin kölesi olmayan kadın, o erkekle niçin evlenmiştir?

*Eğer böyle bir eşitlik kurduysanız, erkek de kadının kölesi olabilir.

Bunun nöbet defterini kim düzenleyecek?

*Onların psiko-kimyaları.

Demek ki kadın ve erkeğin birliğinin üstünde bir makam belirliyorsunuz siz.

*O sizi ilk başta reddeden harika kadın, belli ki köle olmak istemedi. Aferin ona. Ama siz Bir Yusuf Masalı'nda acı acı feryat ediyorsunuz, 'Gel ey kadın beni bul' diye. Kalbinizin soğukluğunu giderecek bir kadın arayışı bu kitapta çok belirgin. Ama siz 'bulunan' olmayı tercih ediyorsunuz. Arayıp bulmaya cesaretiniz yok.

Vaktim yok. (Gülüyor) Belki cesaretim de.

*Çünkü rekabete girmek istemiyorsunuz.

Kesinlikle. Bunun da tabii psikolojik, derin sebepleri vardır.

*Oralara girmeyeyim artık. Özetle ihtiyacım yok diyorsunuz kadınlara.

Yahu altmış yaşıma geldim ben. (Gülüyor)

*Allah Allah. Her şey cinsellik değil ki. Bir paylaşımdır, bir şefkattir.

Her şey cinsellik değildir ne demek? Walt Whitman'ın bir mısraı var biliyor musunuz? Sex contains all-Cinsiyet her şeyi içerir.

*O halde siz şu anda bir hiç misiniz yani?

Nerede bende o şans? (Gülüyor) Hiç olmak öyle herkese nasip olmuş mu? Ben bir şeyim ve işe yarayan bir şey değilsem, işe yarayan bir şey olmak istiyorum. Hiçlik bunun üstünde. Hiç olamıyorum, hiç olmayı çok isterdim.

*Madem ki seks her şeyi içerir ve sevdiğiniz bir insan yok. O halde, zaten hiç olmuşsunuz da farkında mı değilsiniz acaba?

Olabilir. Ama farkına varmadığımız şeyler, pek bize yakın şeyler değildir.

*Siz sadece kadınları değil, hiç kimseyi sevmiyorsunuz sanki.

Belki de öyledir bilmiyorum. Ama sevmeyi isteyen bir adamım en azından. Ben sevginin herkese kolayca dağıtılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Sevgimi de kıskançlıkla en uygun kişiye vermek istiyorum.

*Ama veremiyorsunuz.

Veremiyorum.

*Çünkü sevgi yok sizde.

Ha o zaman bende bir kabahat yok. (Gülüşmeler) Olmayan şeyi nasıl vereyim?

*BENİM GÖREVİM TEBLİĞ DEĞİL Kİ

*Sizin bu kendini beğenmiş tarzınızı sorgulamaya devam edeceğim. Peygamberimiz insanlara tebliğini sunarken daha anlayışlı, daha merhametliydi. Hatta Allah onu uyardı, 'Ey Muhammed, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim' diye. Sizin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkınız var?

Bu soruyu tersine çevirmek lazım. Peygamber bile bir âmâya tebliğde bulunmak konusunda ihmalkâr davrandığı için Allah tarafından azarlanmışken, benim hiç peygamber olmadığım halde, hatta evliyadan biri de olmadığım halde......

*Ama Peygamberimiz üzülüyordu, hidayete ermiyorlar diye, 'Senin görevin sadece tebliğ' dedi Allah.

Benim görevim tebliğ değil ki.

*Eee, tebliğ yapıyormuş gibi davranıyorsunuz ama.

Hayır, ne münasebet. Ben Müslümanlığın yaşanması üzerinde hiçbir şey söylemedim. Hiç kimseye şunu yapma, şunu yap demedim. Ben sadece şartların ne olduğunu izah etmeye çalıştım insanlara. Hiçbir zaman hüküm verip, 'Kardeşim bu yanlış oluyor, şöyle yapın' demedim.

*Hadi canım, basbayağı dediniz. Üstelik Gerçek Hayat'taki son yazınızda, 'Beni sevmeyenlere gelince, onların da canı sağ olsun demeyeceğim. Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın' diyorsunuz. Bu, Müslümanca bir tavır mı? Kusurlu bile olsa, insan böyle beddua eder mi, din kardeşlerine? Peygamberimizin geçtiği yola taşlar döşediler. Ayaklarından kanlar akarken bile böyle beddua etmedi. Siz niye bu kadar merhametsizsiniz?

Yoo ben merhametsiz değilim. Eğer, beni sevmemek bir hastalıksa, e tabii ki yani, 'Beni sevsinler' mi diyeyim?

*Ama 'Canları sağ olsun demeyeceğim', büyük bir aşağılama. Peygamberimiz kimseyi aşağılamadı. 'Onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar' dedi.

Onu Hz. İsa söyledi. (Gülüyor)

*Hz. İsa da Allah'ın peygamberiydi, Hz. Muhammed de hiç beddua etmedi.

Acaba? Resullah hiç beddua etmedi, öyle mi? Ben peygamber değilim. Kur'an-ı Kerîm'de diyor ki, 'İnsan hayra olduğu kadar, şerre de dua eder.' Ben insanım ve bu konuda da böyle bir dua ediyorum. Kendimden çok eminim. Yani Türkiye için doğru hatt-ı hareketin ne olduğunu tespit konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Benim söylediklerim konusunda yamru yumru şeyler söyleyen ve beni bu sebepten ötürü sevmeyen insanların, Allah kalplerindeki hastalığı bin kat artırsın.

*Allah aşkına, insanların hastalıklarının artması, sizin murat ettiğiniz nihai amacın gerçekleşmesine nasıl bir katkıda bulunur?

Ben yaşadığım ülkenin ve insanlarının, dünyada haysiyetli ve itibarlı bir yere kavuşmasını öngörüyorum. Çünkü bu insanlardan birisi benim. Eğer benim yaptığım şey, Türkiye'nin aleyhindeyse, Allah benim bin belamı versin. Ama benim yaptığım şey, Türkiye'nin lehinde bir şey de insanlar bu sebepten dolayı beni sevmiyorsa, Allah hepsini kahretsin.

*YAPTIĞIM BÜTÜN İŞLERE BAKINCA 'BUNU ANCAK BİR DÂHİ BAŞARABİLİR' DİYORUM

(17 Eylül 2003 - Zaman)

*Daha alçakgönüllü olamaz mısınız?

Asla! Çünkü alçakgönüllülükte alçaklık vardır.

*'Allah hepinize selamet versin, hadi bana Allah'a ısmarladık' deyip, niye edeplice veda etmiyorsunuz da, kapıları çatur çutur milletin suratına kapatıp, 'Allah belanızı versin' diye bir ayrılışı seçiyorsunuz?

Ha! Ayrıldık ama dost kalalım! (Gülüyor) Bu kadar iğrenç bir şey düşünemiyorum. Niçin ayrıldık? Dostluğumuz sona erdiği için.

*O kadar kapıyı sert çarpmayın, sonra bir gün tıklatmak zorunda kalırsınız.

Allah beni tekrar tıklatmak zorunda bırakmasın. Kalırsam da layık olayım bu işe. Amerikalılar derler ki, merdivenden yukarı çıkarken aşağı inenleri küçük görmeyin, çünkü bir gün rolleri değişebilirsiniz. Eğer hayattaki rolümüz, bir merdiveni çıkmak ve o merdivenden inmek şeklindeyse sadece, biz Amerikalı gibi daha çok para kazanmaktan başka hiçbir değer tanımıyorsak, tabii bizim başımıza gelenler, müstahaktır. Beter olalım.

*Bu hastalığın artmasının dünya barışına katkısı ne olacak?

Dünya barışına katkısı, bu beni sevmeyenlerin manyak bir pozisyonda kalmaları, dolayısıyla Türkiye'nin artık aklı başında insanlarla daha yüksek bir hayata geçmesi.

*Sizin dünyanızda hiçbir zaman sizden sevgi alabilen bir insan olmayacak.

Olmayacaksa boş ver, çekiver kuyruğunu gitsin. Peki ben öyle bir insansam, nasıl oldu da bu kadar adım duyuldu? Şöhretli biri olmak için, küçük parmağımı bile kıpırdatmadım. Hiçbir zaman nabza göre şerbet vermeye çalışmadım. Ne mevki olarak yüksek insanlara, ne benden maddi imkanları daha büyük olan insanlara tebessüm ettim. Tam tersine, onların tebessümlerinin bir gün hatalarını fark etmeye yol açacak olmasını gözeten bir davranış rotası izledim. Yani şimdilik bunu terslemiyorum. Bir gün inşaallah anlarlar diye. Yoksa, başından terslemem lazımdı birçok şeyi. O yüzden bugünlerde olup bitenler, sadece bazı şeylerin açığa çıkmasıdır. Bundan otuz sene önce, Türkiye'de namaz kılan bir insan, düzenin adamları tarafından, şüpheyle karşılanan bir insandı. Aynı insan bugün düzenin adamları tarafından küçümsenen bir insan. Bu durumda ben kimi ne gözle göreceğim. O yüzden söylediklerime pişman değilim.

*Sizin şöyle bir sözünüz var. 'Dikkatler, benim yazdıklarım vesilesiyle, Kur'an-ı Kerîm üstünde yoğunlaşmadı.' Siz onun ölçümünü mü yaptınız?

Tabii ki yaptım. Yazı yazmaya, inançlarına sadık kalan bir insan olarak bir İslamî yorum getirmenin İslam'a uygun olmadığı görüşüyle başladım. Hiçbir ferdin, İslam'ı kendi şahsına ya da şartlara göre yorumlama imtiyazı yoktur. İslam neyse odur. Dersin ki, 'İslam budur, ama ben uymuyorum.' Ben bu inançla işe başladım. Bunun böyle olduğu konusunda görüş birliği içinde birçok insan var gibi görünüyordu. Hayatımızı yaşarken, asr-ı saadetteki insanların vizyonlarını değerli bulmak otuz sene önce birçok insanın, olağan, isabetli karşıladığı bir şeydi. Şimdi, bu insanlar sahabenin anlayışını ihmal edilebilir bir şey olarak bir kenara itti ve Kopenhag Kriterleri çok daha önemli oldu. O zaman beni sevmeyenlere ben niye gülücük dağıtayım?

*Otuz yıl az bir zaman değil. Bu süre içinde kaç kişinin elinden tuttunuz? İyi bir entelektüel yetişmemesinde sizin de payınız var. Kimseye destek çıkmadınız. Hışmınıza uğramamak için takma adlarla yazılar yazdılar. Bir korku odağı oldunuz.

Neden benden korkuyorlar? Çünkü, ben Türkiye'de söz söyleyecek bir mevkideysem, bu mevki hiç kimse tarafından bana armağan edilmedi. Dolayısıyla aleyhimde söz söyleyecek adamın, önce o söz söyleme mevkiine nasıl geldiğinin sorgulanması lazım: 'Sen kim oluyorsun da nereden çıktı da İsmet Özel aleyhinde konuşmaya başladın?'

*Bu kadar dokunulmazsınız ha!

Yo, dokunan dokunsun! Son olayların ardından Konya'dan bir kitapçı bana telefon etti ve dedi ki, 'Ben Kur'an-ı Kerîm'i ve İsmet Özel'i okumaya aynı zamanda başladım. Ve Kur'an'ı, İsmet Özel okuduğum için daha iyi anladığım kanaatindeyim. Ruz-i mahşerde bunu söyleyeceğim.' Bu bana yeter. Ben böylelikle otuz yıl değil, otuz yüz yıl boyunca yapılmış bir şeyin üstünde bir şey yaptığıma kanaat getirdim. Yazı dünyasında iyi ki, hiç kimseye destek olmamışım. Çünkü olduğum takdirde, sahte birtakım insanları hak etmedikleri avantaja kavuşturacaktım. Bu, benim terk olayımdan sonra hemen ortaya çıktı. Bir kişi bile aleyhimde yazılanlara cevap verme gereğini duymadı.

*Zaman'da Nevval Sevindi olumlu şeyler yazdı sizin için.

Biliyorum, ama o benim aleyhimde yazılanlara cevap değildi. O sadece 'Bu adam iyi bir şey yapıyor.' dedi. Yoksa çirkin denebilecek saldırılar oldu. Öyle insanlar vardır ki şu dünyada, onlara gerçekten faydam olmuştur. Hiç biri, 'Ya etmeyin, eylemeyin' demedi. Ben neyle övüneceğim? Kalkıp 'filancaya şunu yaptım, bunu yaptım' mı diyeceğim? Gördüm ki, iyi ki yapmamışım.

*Ece Ayhan'ın şöyle bir sözü varmış sizin için. 'Silgiler silerken, silinirler de.' Sizin silgi gibi çalıştığınızı ima etmiş, böyle bir şey doğru mu?

Onun böyle bir sözü olduğunu, dolaylı olarak biliyorum. Bütün bu laflar Sivas olaylarından sonra çıktı. Benim ahlayıp vahlamamış olup, tam tersine, 'Sivas göklerinde Sırp tayyareleri uçacak mı?' diye sormam sol görüşlülerin benim asla savunulacak bir tarafım kalmadığı fikrinde toplanmalarına neden oldu. Bundan da hiç şikâyetçi değilim.

*Ama sizin için insanların yakılmasını onayladınız gibi bir anlama oldu.

İnsanların yakılmasını onaylamam için, benim o yakanların ekibine dahil olmam lazım. Otelin kuşatılması ile yanması arasında yedi saat var. Herkes Ankara'yla temasa geçildiğini gayet iyi biliyor. Ve bu olay oluyor. Ne Müslümanların, ne İsmet Özel'in birtakım insanların yanarak ölme hadisesinde bir dahli var. Burada bir kasıt var, ama bu kasıt kime ait ve kimin icraatı bu? Bu hiç konuşulmuyor. Demek ki bundan faydalanan birtakım insanlar var. Hemen akabinde Başbağlar olayı. Ve biri diğerine hiç benzemeyen iki şey. Ama sanki intikam hadisesi gibi. Şimdi bütün bu karışıklıklar içinde Türkiye'nin lehine bir ses olmak, eğer kötü bir şeyse, ben bu kötülüğün tamamını üzerime alıyorum. Ve Sivas olayları için hâlâ ahlayıp vahlamıyorum.

*Öyle demeyin.

Derim. Bunun Alevi-Sünni çatışmasını çıkarmak için çok özel bir çalışma olduğunu düşünmemek mümkün mü? Daha önce Maraş olayları var. İstanbul'da Gaziosmanpaşa olayları yaşandı. Ve mesela o sırada ben 'Eğer ajanlar devredeyse Alevi'siyle Sünni'siyle hepimiz devletiz' diye bir yazı yazdım ben. Neden insanlar bunu öne çıkarmıyor? İnsanların salaklığına saygı mı duymam lazım?

*İnsanların yanmasından memnun olan bir adam görüntüsü verdiniz.

Benim insanların yanmasından memnun olduğumu ilan edenler, o yanma dolayısıyla bir provokasyonu gündeme getirememiş olmanın sıkıntısındadır. Böyle tuhaf bir duygu manipülasyonu ile Türkiye üzerine oynanan oyunlara alet olmak, güzel bir şey ise güzellik onların olsun. Çirkinlik nerede, ben oradayım. O yazı gazetede yayınlandığı zamanlar, hiç tanımadığım insanlar, bu yazıyı afiş haline getirip, duvarlara yapıştırdı. Bunu yapanlar kimlerdi? Onun için ben, elveda deyip, elimi yıkadım bu işlerden.

*Şimdi tamamen şiire mi döndünüz?

Şiir öyle bir şey ki, yazmadığınız zaman bile bir parçanız olarak yaşar. Siz sadece şiir yazdığınız zaman şairseniz, hakiki şair değilsiniz.

*Bir şair gibi yaşamadığınızı, hiç riske girmediğinizi, karavana atmadığınızı, evinizin yolunu hiç şaşırmadığınızı, daima hesaplı olduğunuzu, bu nedenle de şiirden uzaklaştığınızı düşünenler var.

Beethoven de öyleydi. Biraz tutumlu olduğu söylenir Beethoven'in. Çünkü sakat olan kardeşlerine de bakmak zorunda. Çalışmaktan başka bir şey yapmadı. Yani öyle maceralı bir hayatı yok. Şairlerden örnek vereyim. Mesela Wallace Stevens... Ben gençliğimden beri keşke onun gibi olabilsem derim. Onun sigortacı, bankacı gibi hayatı var. İnsan, yazdıklarıyla şairdir. Oscar Wilde ne demiş, 'Ben, dehamı hayatıma koydum. Eserlerimde sadece kabiliyetim vardır.' Hatta Amerika'ya girerken gümrük memuru, 'Deklare edeceğiniz bir şey var mı?' diye sormuş. O da, 'Dehamdan başka deklare edeceğim hiçbir şey yok' diye cevap vermiş.

Oscar Wilde ultra sanatçı hayatı yaşadı. Onun için de eserleri o kadar parlak değil. Sadece kabiliyeti olmasına rağmen, dikkate değer şeyler yaptı. İddia üzerine yazmıştır Dorian Grey'in Portresi'ni. Birisi demiş ki, 'Sen roman falan yazamazsın.' 'Öyle mi?' demiş. Efsaneye göre birkaç gündür, ama bu imkansız tabii. Çok kısa bir zamanda yazmış.

*Kendinizi dâhi mi kabul ediyorsunuz?

Ben kendimi dâhi saymıyorum. Fakat, yaptığım şeylere bakıyorum ki, bunları ancak bir dâhi yapabilir. (Gülüşmeler)

*Bir de şöyle deniyor: 'O kadar çok politikayla, nesirle, teoriyle uğraştı ki, düş kuracak hali kalmadı. Şiire dönse ne olacak bundan sonra, çok geç olmayacak mı?'

Valla göreceğiz. Bu adam, bütün bu düz yazı süreci içinde acaba dünyayı bir şair gözüyle mi değerlendirdi, yoksa başka bir şey mi yaptı? Reel politik diye bir şey var. Reel politik, bir çeşit ahlaksızlıktır. Demek ki politik diye bir şey var, reel olmayan. Benim bütün politik yazılarım, reel politik değildir. O yorumu yapanlar, benim ne kadar açık uçlu bir metin ürettiğimi okumadıkları için bunu söylüyor.

*BİR DAHA GAZETEDE YAZMAK MI? ALLAH KORUSUN!

*Artık yazı yazmayacak mısınız?

Allah korusun! İnşaallah yazmak zorunda kalmam.

*'Ben hep 12'den vurmuştum. Çünkü İslam'ı onların şartlanmalarından bağımsız öğrendim' dediniz. İslam'ı dışarıdan öğrenmek nasıl 12'den vurmanın garantisi olabilir?

Ben hep 12'den vurdum. Çünkü Müslümanlığın millet olarak bizi düze çıkaracak bir düşünce olduğu kadar yaşama biçimi olduğuna da inanarak işe başladım. Halbuki, birçok insan, gelenekten böyle olduğu için, İslam'la Türkiye arasındaki bağı kurmuş olabilir, mutaassıp bir çevreden gelebilir. Yani İslam'la olan ilişkisi fonksiyonel değildir. Benimse sadece bu ilişkim var. Zaten ben, Allah bana hidayet nasip ettikten sonra, bugünkü durumuma gelmek istemiştim, 1974'te.

*Yani nasıl?

Hiç yazı mazı yazmayan. Fakat ne oldu? Benim ihtida ettiğimi öğrenen insanlar, bana öyle bir ilgi gösterdiler ki, ben şöyle düşündüm: Bu insanlara bir faydam dokunabilir. Bu, benim 11'den vurmamı önledi. Faydam olmuyorsa zaten yapmadım onu. Yani annemden babamdan gördüğüm şeyi yapmadığım için, sadece bu insanlara ne faydam olur düşüncesinde olduğum için, 12'den vurmazsam, onu vurmuş olmuyordu yani. Açın 1977'de Yeni Devir'de yazdığım yazıları, görürsünüz bugün yaşadıklarımızın o günden tohumları olduğunu. Diyelim ki, ben İETT yazmışım. Onun İstanbul, elektrik, tramvay, tünel olduğu bugün anlaşıldı. Yani bunları böbürlenerek söylemem bana rahatsızlık vermiyor. Çünkü ben bunları yaptım.

*Şimdi yazı yazmayacağınıza göre, gelirlerinizde bir düşme olacak.

Evet. Trajik durum. Gelirim, üçte iki oranında azaldı. İçim birazcık titremiyor değil. Ama gayet eminim, Allah hem kapı açar, hem beni besler. Eğer sıkıntı yaşayacaksam, demek ki hak etmişimdir. Ben mutlak mânâda kaderciyimdir.

*Ne kadardı yazı gelirleriniz?

Daha önce Milli Gazete'den 635 milyon aldığımı söyledim. 1,5 milyar da Gerçek Hayat'tan alıyordum.

*Hocalığınız var, bir de emekli maaşınız.

Evet. O kadar. Ama hocalığım da part time.

*Tek eviniz var. Onu yazı gelirlerinizle mi almıştınız?

Tabii. Gerçi, babamın Söke'deki evinin satılması sonucunda da elime geçen, çok cüzi bir para da oldu. Ama genel olarak alnımın teriyle yaptım. O günlerde beni bir yere davet ettiklerinde, 'Kusura bakmayın' diyordum, 'haftanın 14 günü işim var.' Evimin borçları bittiği gün, televizyondaki programlara son verdim.
Nuriye Akman -İsmet Özel Röportajı Zaman Gazetesi
16 Eylül 2003

Comments