İsmet Özel: Türkiye'de Türkiye Hesabına Casusluk Yapıyorum-2

TÜRKİYE'DE TÜRKİYE HESABINA CASUSLUK YAPIYORUM!

2. BÖLÜM


“DÜŞÜNCE UFKU” PROGRAMINDA YAYIMLANAN İSMET ÖZEL SÖYLEŞİSİ

PROGRAM YAPIMCISI: YAŞAR TAŞKIN KOÇ
TV5 / 10 EYLÜL 2005





Yaşar Taşkın Koç: 1973’teki koalisyondan bahsettiniz. Bunun gibi Türk tarihinin son 40 yılına baktığınız zaman öyle çok önemli durumda aydınlatacak olaylar oldu mu? Örneğin 1965’te… Türkiye İşçi Partisi sizce dönüşüme uğradı mı, 70’e doğru... Aslında TİP bir imkân sahibi değil miydi?

İsmet Özel: O, Türkiye İşçi Partisi meselesinden çok Türkiye’de sosyalist hareketin akıbeti meselesi… Tabiî, bunda Türkiye İşçi Partisi çok önemli, daha doğrusu ortada işin ana damarında yer alan olması bakımından büyük bir yer işgal ediyor. Fakat orda bilinmesi gereken şey Türkiye’de eğer batılılaşma esas kabul edilecekse bu batılılaşmanın hangi rayda istenilen yere ulaşabileceği sosyalist hareketin başlamasıyla anlaşılır. Ben diyorum ki; “Türkiye’de sosyalizm batılılaşmanın vicdan azabıydı. Yani “Batılılaştık da elimize ne geçti?”, sorusunu “Bak, şunlar şunlar kazanç hanesine yazılabilir” diyebilecek insanların etkin olduğu bir hadiseydi bu. Ama özel olarak bir müdahaleye maruz kaldı. Bir bakıma diyelim ki Türkiye’ de devlete tesir eden güçler Türkiye’ de sosyalist hareketin hem sahici, halka ait bir hareket olmasını önlediler hem de onu dünyadaki siyasi dalavere alanının bir parçası haline getirdiler. Bu rezaletin sahnelenebilmesinde de elbette, Silahlı Kuvvetlerden müdahale beklentisi lokomotif rolü oynadı…

Yaşar Taşkın Koç: SKY TÜRK’ e katıldığınız programda İslam dünyası diye bir şey yoktur, dediniz. Türkleri zaten Allah’ın üstün yarattığı bir millet olarak tanımladınız da Türklerin durumu içinde hiç iç açıcı şeyler söylemediğinizde ortada bir tek İslam dünyası olmamakta gerekiyor. Belki bunu da destekler mi, desteklemez mi bir anektotla aktarmak istiyorum. Hilafet Türkiye’ de kaldırıldıktan sonra İslam dünyası 4 toplantı yapıyor. 1926’ da Mekke’de, 45’te… Hiçbir sonuca ulaştıramıyorlar. Bunlar acaba bir şeylerin göstergesi mi? Yani Türklerin bütün o İslam dünyası içindeki lider yada motor rolüyle? Yani konjöktürel bir açıklaması mı?

İsmet Özel: Şimdi bakın insan olmakla, İslam olmak, İslam olmakla Türk olmak bunlar farklı farklı telakki edilebilecek şeyler değil. Mübalağa yapıyorum sanmayın. Yani böyle bir kavmî böbürlenmeyle alakalı bir şey değil. İzahı çok kolay. Şimdi insan dediğimiz yaratık, yerle gök arasındaki kıstaktır. Yani berzahtır. Geçiş alanıdır. René Guenon bu tabloda yer alan unsurlara “Büyük Üçlü” der. Gök, insan, yer. Aslında bunun anlamı şudur. İnsan, antropoloji ne derse desin, hiçbiri şunu inkar edemez ki, insan ulvi ile süflinin buluştuğu yerdir. Yani yerle göğün arasında insan vardır. Mesela Yunan mitolojisinde de yaratılış böyle simgelerle anlatılır. Gaya yerdir, Uranus göktür falan filan…Yani anlaşılması gereken şey şudur: Kainatta güneş sisteminin içindekiyle dünyanın dışındakileri de hakkıyla bilmiyoruz. Yani bildiğimiz kadarıyla, fark edebildiğimiz kadarıyla yahut Aristoteles’ten beri tasniflerimize konu olan kadarıyla dünya canlıları arasında maneviyat dediğimiz şeyle alakalı olan, alakalı derken kavrayış alanına çıkarabilmiş olan bir tek yaratık insandır. Ulviyet sadece insanda var. Ama insan dediğimiz şey de birçoklarının dediği gibi etten kemikten yapılma bir şey. Demek ki süfli. İnsan eğer dünyada yüce olan, düşük olan diye bir şey varsa bu ikisinin birleştiği alan. Yani Mevlana’nın diliyle söylersek “insan ne melekler gibi saf akıldır, ne hayvan gibi saf şehvettir.” Bu ikisinin birleşmesinden oluşmuş bir şeydir. İnsan hem akıl, hem şehvettir. Bütün mesele insanın seçmelerindedir. Yani kendisini neye yakın bulduğu yahut gene Kuran’ın bize öğrettiğinden anladığımız kadarıyla dualarını insan neye göre yapıyor. Yani hayra mı dua ediyor, şerre mi dua ediyor? Bütün mesele işte insanın bu oluşunda. Demek istediğim şey şu, insan olmakla İslam olmak ister istemez irtibat halindedir. Çünkü bir yanda insan olmayı tercih edenlerle, insan dışı varlıkların hayatını insan hayatından daha iyi bulanlar ayrımı yapabiliyoruz. Yani İslam olmak insan olmayı seçmek anlamına geliyor. Şöyle yani, teslim olmak yada İslam olmak. Kainat nasıl yaratıldıysa bu yaratılışa uygun bir statüyü seçmek İslam anlamına geliyor. Şimdi Türklükle ne alakası var diyeceksiniz. Türklükle alakası şu. Rasulüllah dedi ki; “Benden sonra hilafet 30 senedir, daha sonrası ısırıcı saltanattır.” Bunu şöyle yorumlayabiliriz. Tarihi çağlar itibariyle insanın dünya hayatında iyi olanı tespiti bu ısırıcı saltanat döneminde başlayacaktır. Daha önce iyi olanın tespitinde biz hilafetten istifade ediyorduk. Âdem’den (a.s ) beri gelen hilafetten istifade ediyorduk. Ama ısırıcı saltanat modeline artık ferdi sorumluluk ve etkinlik öne çıkıyor.

İşte Türklerin Ortadoğu’ya hakim olma meselesi o. Yani o dönemde Türk kelimesinin anlamlarından biride kaba-saba laf anlamaz. Türk’le tavla oynama, yenilirse tavlayı kafana geçirir diyor. Yani Türk bu demek. Ama bu anlamdan entrikacı tavır karşısında bir insan karakterini temsil eden bir şey…Türkler Ortadoğu’ya hakim olduktan sonra belki de kabalıkları ve anlayışsızlıkları yüzünden bazı şeyleri kabul etmemişler. Türk müsün, gâvur musun? Önce bunu söyle demişler. Anlatabiliyor muyum? Öbürleri belki daha medeni insanlar, daha gelişmiş. Kardeşim dur bakalım Türk’te olabiliriz, gavur da olabiliriz falan gibi girizgâhların sahibi onlar. Türkler anlamamışlar ve bunu Türklerin anlamamış olması, Türklerin kabalıkları ve anlayışsızlıkları Hıristiyanların “Ya, bu işi böyle olamayacak” deyip haçlı seferleri düzenlemelerine neden olmuş. Mesela bu anlamda rahatlıkla ifade edebiliriz ki Türklerin doğu Hıristiyanlıklarıyla ilişkileri, batı Hıristiyanlarıyla olan ilişkilerine benzememektedir. Başlangıçta biz bu toprakları Dar-ül İslam haline getirirken Grek-Bizans otoritesine karşı Ermeniler bir ortak güç olarak Türklerin yanında yer almışlardır. Ondan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren bu faaliyete bizzat Rumlar da katılıyor. Bu toprakların Dar-ül İslâm olması Greklerin gönülden benimsedikleri bir husus. Latin sözü, Frenk sözü Müslim veya gayri-Müslim bütün ahalinin hasım saydığı unsurlara verdiği isimlerdir…

Yaşar Taşkın Koç: Yani dediğimiz gibi Türklere karşı yapılmış bir operasyon ama müttefiki gibi kabul edilen, yabancı kabul edilen herkese karşı…

İsmet Özel: Ama bakın burada yine konuşulmayan şeyler var. Biraz
önce Ermenilerin zanaatkarlığında söylediğim gibi. Hiçbir zaman yaşadığımız topraklarla kapitalizmin uzlaşmazlığı konuşulmuyor. Haçlı seferlerinin ne kapitalizmle, ne bankacılıkla, ne para ilişkileriyle olan münasebeti öne çıkarılıyor. Yani 4.Haçlı Seferi sırasında, haçlıların İstanbul’u yağmalamalarında Venediklilere olan borcun çok büyük etkisi var. Tahsile geliyorlar. Ve Cenevizlilerle herhalde anlaşmışlardır. Galata Kulesi falan filan var orada biliyorsunuz. Fakat Venediklilerle finans ilişkileri bozuk. Diyeceğim, aslında modern anlamda ilk bankacılık da haçlı seferlerini finanse etmek üzere papalık tarafından başlatılıyor.

Yaşar Taşkın Koç: Haçlı Seferlerinden alınacak çok ders var anlaşılan. Ve Selahaddin Eyyübi ki sizin tanımınıza göre öz be öz Türk. O tanım üzerine diyorum.


İsmet Özel: Tabii ki öz be öz Türk; ama başka türlü, genetik yapısıüzerinden bakmak isteyenler de onun bir Selçuklu komutanı olduğunu inkâr edemezler netice itibarı ile…

Yaşar Taşkın Koç: Ondan şuraya getireceğim. Günümüze getireceğim. Çünkü bu hafta biliyorsunuz bir de böyle işte Kürt meselesi Türkiye’nin gündeminde. Başbakan’da Diyarbakır’a gidiyor bir sürü şeyler yapılıyor. Ama yani Lozan’ı da değiştirebilecek çizgiye doğru gidiyor mu sizce Türkiye?

İsmet Özel: Ben korkumu söyleyeyim. Ben Türkiye’nin varlığının tehdit altında olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Lozan’ın değiştirilmesi hafif kalır. Yani doğrudan doğruya Yunanlılarla bir konfedere birlik adına Türkiye topraklarının ortadan kalkması, doğuda Ermeni, Gürcü, Azerbaycan konfederasyonu gibi bir şey. Bunların bazı kafalarca düşünülmeyen şeyler olduğunu sanmıyorum. Tarihte öyle şeyler vardır ki gerçekleşmesine çeyrek saat kala kimse olacağına inanmıyordu. Ama olmuştur onlar. Hiç kimse öyle bir şey ortaya çıkar diye düşünmüyordu. Ama bugün mesela Tunus’ta eğer tesettür sokakta bile kadınların cesaret edemediği bir şeyse bunun Tunus idaresiyle alakalı olduğunu sanmıyorum. 19. yüzyılda Fransızlar bu toprakların sadece Tunus değil Fas, Cezayir de dahil olmak üzere Avrupa’ya duhul etmesi yani Hıristiyanlaşması anlamında kararlar almışlardır. Buralar bizim topraklarımız olacaktır demiş Hıristiyanlar. Dolayısıyla Tunus’ta tesettüre kadınların riayet sokakta dahi edemeyişlerinin öyle modernlikle falan filan hiç alakası yoktur. Doğrudan doğruya bu bir tarihi misyon meselesidir. Birileri bir şeyleri elden bırakmıyorlar. Biz de derdimizin ne olduğunu tespit etmekte zorlanıyoruz. Çünkü Türkiye’de bilgi artsın diye, ne konuda olursa olsun bir çaba görmüyorsunuz. Eğitimin düzeyi yükselmiyor. 5 yıllık mecburi eğitim 8 yıla çıkarılıyor ama kimse bize Türkiye’de bunun eğitim kalitesini yükselttiğini söyleyemez.

Yaşar Taşkın Koç: 80 tane üniversite açılıyor. Bir tane daha açılacak ama… Kendisi de şikayetçi olacak…

İsmet Özel: Yani ben eğitimin muhteviyatından bahsetmiyorum, kalitesinden bahsediyorum. Yani küfür de öğretseniz, öğrettiğiniz bir şey var mı bana söyleyin? Çocuklar diplomalarını aldıkları zaman hangi konuda ehildirler. Başka toplumlardaki benzerleriyle ne bakımdan yarışabilirler. “Ben Türkiye’de tıp tahsil ettim; dolayısıyla bu tahsili İtalya’da yapmam bana ilâveten bir şey katmayacaktı” diyebilir misiniz? Mesele buradadır!

Yaşar Taşkın Koç: Yoksa İtalya mı sizin için... Yani o zaman korkunuzu belki 15 dk kala bile ifade etsek çok yakın geleceğe yönelikte bir tehditte, korkudan bahsettiniz. Ama çözüm eğer eğitimse çok vakit var. Yani birileri karar verse bile.

İsmet Özel: Hayır. Çok yanılıyorsunuz. Şimdi bakınız zaten Türkiye’nin defterini dürmek isteyenler önce bunu yapıyorlar. Ben işittim ki bugün TÜBİTAK diye bir şey var. Türkiye Bilimsel Teknik Araştırmalar Kurumu. İlk defa Dünya Bankası’na TÜBİTAK kredi için başvurduğunda Dünya Bankası demiş ki; şu kalemi kaldırırsanız krediyi verebilirim. Kaldırmak istedikleri kalem Bilimsel Araştırmalar için ayrılmış fon. Anlatabiliyor muyum? Onun için bu hiç korkulacak şey değildir. Eğitim işin şıppadak çözülmesini sağlar. Çünkü eğitimle insanların bir şeyler anlar hale gelmesini…

Yaşar Taşkın Koç: Ben acaba vakit…

İsmet Özel: Vakit… Bakın siz bana insanlık tarihi boyunca hiçbir büyük bilim adamı söyleyemezsiniz ki o büyük bilimsel atılımını 30 yaşından sonra yapmış olsun. Demek ki bu iş öyle… Ve 5 sene yeter. Türkiye’de bu iş halledilecek desin insanlar 5 senede… Bir kere şunu söyleyelim ki bir toplum öyle iyi eğitim bakımından büyük kitlelere ihtiyaç duymaz.

Yaşar Taşkın Koç: Ruslar bunu yaptılar galiba…

İsmet Özel: Ruslar başında, 18.yüzyılda yaptılar.

Yaşar Taşkın Koç: Seçkin belli çocukları toplayıp, eğitip…

İsmet Özel: Tabii Almanlar hala yapıyorlar. Mesela İtalyanlar’ın orta eğitimi Avrupa ülkelerinin hepsinden daha iyidir. Bunu hiçbir zaman oradan taviz vermezler. Çünkü oradan taviz verdikleri zaman kimle iş yapacaklar. Anlatabiliyor muyum…

Yaşar Taşkın Koç: Ki orta ölçekli sanayide çok güçlü İtalyanlar bugün. İlginç yani, çünkü orta ölçekli sanayi de asıl olarak orta eğitimden eleman devşirir…

İsmet Özel: Demek istediğim şu. Türkiye’de buna karar verilsin sayısı az ama dünya çapında insanlar Türkiye’de yaşamaya başladıkları zaman onların neyle uğraştıkları birinci derecede olacak yani. Birtakım insanlar bir şeyleri öğrenmek için Türkiye’ye gelmeye başlarlarsa bu iş bitmiş demektir.

Yaşar Taşkın Koç: Ama bu kararı alacak bir merci, kişi, irade…

İsmet Özel: Valla ben dediğim gibi, bakınız 70’li yıllarda Türkiye’de öğrenci hareketleri oldu. Ve bu öğrenci hareketlerinden en olumsuz etkilenen okullar, öğretmen yetiştiren okullardı. Bunun gözü kapalı yapıldığını düşünmeyin. Boykotlar olurdu, sınavlar yapılmazdı-yapılırdı öyle geçerdi çocuklar…

Yaşar Taşkın Koç: Üç ayda öğretmen diplomaları verilirdi…

İsmet Özel: Evet, yani dediğim gibi o öğrenci hareketlerinden en kötü etkilenen okullar; öğretmen yetiştiren okullardı… O öğretmenlerin çocuk yetiştirdiği falan filan… İşte bu çok önemli bir şey… Aynısını tersinden de söyleyebilirsiniz… Türkiye’de cumhuriyet kurulduğu zaman batılı eğitimin verildiği mektepler sayıca azdılar bildiğim kadarıyla yedi tane yatılı mektep mi vardı bütün Anadolu’da öyle bir şey… Ama öğretmen kadrosu çok üstün nitelikli. Tanpınar’ın Erzurum’da lise hocası olduğunu düşünün… Ve sonuçta ne istiyor idiyseler çok rahatlıkla aldılar. O dönemin öğretmenleri yüzüne bakılır, söylediği dinlenir insanlar idiler. Sorumlu oldukları müfredat kaliteli bir eğitimden öğrencilerin geçmesini âmirdi. Cumhuriyet rejiminin yerleşmesinde onların çok büyük bir payı var. Onun için Türkiye’de bir şey düzeltilecekse bilgi alanının hem genişlemesine hem derinlemesine büyütülmesi lazım. Bakın dikkat edin… Bir ara gazeteler ansiklopedi falan filan veriyorlardı, bu bile Türkiye’de korkulan bir şey oluverdi. Sonra işte kap-kacak vermeye başladılar. Dediğim gibi Türkiye’de gençlerin depolitize edilmesi vakıasının sebebi de aslında bunun bir takım sosyal rahatsızlıklar doğurması değil. Tabiî ki, sonunda doğuracaktır; ama politize edilmiş olan gençler en azından arkadaşları arasında, adamdan sayılabilmek için asgari derecede kitap okuyorlardı. Okudukları matah bir şey miydi? Olsun-olmasın ama eğitim denilen şey ihtiva ettiği şeyler bakımından değil, geliştirdiği imkânlar bakımından önemlidir. Türkiye’de çok yanlış bir kanaat de yürüyor. O da, nedir onun adı? Telkin edilmiş ve bozmak üzere yaygınlaştırılmış bir fikir. Ezberci eğitim kötüdür diyorlar. Bu son derece yanlış ve eğitim aleyhine bir görüştür. En iyi eğitim ezberci eğitimdir…

Yaşar Taşkın Koç: Öyle mi?


İsmet Özel: Tabii ki… Ezberlemeyi başaran insan hafızayı geliştiriyor demektir. Yani bu bir idmandır. Ezberleyemeyecek kadar… Ezberlemiş ama muhakeme edemiyor… O onun kusuru… Sen bana ezberleyip de muhakeme edenlerden bahset… Yani, ezberleyemiyor… Nasıl muhakeme edecek peki? Muhakeme ediyor ama ezberleyemiyor… Var mı böyle salakça şey? Muhakeme eden ezberler de…

Yaşar Taşkın Koç: Çok ender olur…

İsmet Özel: Ama çok iyi ezberliyor, muhakeme edemiyor bu da olur. Ama ezberin çok güzel sonucu, çok güzel muhakeme ediyor. Çünkü zihninizde hatırlanacak şeyler olmadıktan sonra nasıl karşılaştıracaksınız? Böyle saçma şey olur mu! Hegel büyük bir filozof oluşunun hepsini hafızasına borçludur. Yani Hegel genç yaşında harıl harıl birçok şey okumuştu ve hafızasına yerleştirmişti. Derler ki bazı şeyleri yanlış söylediyse hafıza zaafındandır. Yani ezberlediklerini tam tekrar edememektendir. Orada bir boşluk doğmuş…

Yaşar Taşkın Koç: Eğitimle çok oynanıyor doğru… Yani her yıl yeni bir şey yapılıyor. Son söylediğiniz de en yaygın kanaat. “Ezberci eğitimden çıkıyoruz, biz çocuklara muhakeme eden bir sisteme geçeceğiz” diyorlar. Dediğiniz gibi bir şey. Öğretmeden neyi muhakeme edeceğiz?

İsmet Özel: Ezberleyemeyen çocuk neyi muhakeme edecek? Şimdi bir kere matematik problemini çözebilmek için formülü hatırlaman lazım…

Yaşar Taşkın Koç: Çarpım cetvelini ezberlemek gerek… Peki buradan belki sizin eğitim döneminize de geçmek, bir kaç soru da buradan sormak istiyorum. Abdülhak Hamit ilkokulunu bitirdiniz Kastamonu’da. Şairin adını taşıyan bir okulu bitirmenin şairliğinize bir etkisi oldu mu? Hatırladığınız, bildiğiniz bir ihtimal mi?

İsmet Özel: Ben o ilkokulda okurken Abdulhak Hamit’in şair olduğunu biliyordum ama hiçbir mısrasını bilmiyordum tabii ki…

Yaşar Taşkın Koç: Olur ya okulun…

İsmet Özel: Doğrusu bana bir hediyedir; şu manada: diyelim ki Eczacı Mahmut Kalemcioğlu ilkokulunu bitirmekten Abdulhak Hamit ilkokulunu bitirmek çok daha, ne bileyim, insanın içine sinen bir şey…

Yaşar Taşkın Koç: Peki… Bir de Gazi lisesi mezunusunuz. Arif Nihat Asya sizinle aynı anda mı mezun oldu, sizin mezun olduğunuzda mı emekli oldu, hocanız mıydı?

İsmet Özel: Arif Nihat Asya benim hocam olmadı…

Yaşar Taşkın Koç: Garipçiler de o okuldan mezun oldu, Ankara’nın herhalde seçkin okullarından biri… Garipçiler’in 3’de Gazi mezunu... Çok fazla edebiyat kökenli öğrencisi var… Biraz önce eğitimden girdik de aslında, kendi aldığınız eğitim…

İsmet Özel: Garipçiler’i bilmiyordum. Gazi Lisesi Ankara’nın o zaman sayılı liselerinden; Atatürk lisesi ve Gazi lisesi…

Yaşar Taşkın Koç: Şehirlerin insan hayatındaki etkilerinden bir şey sorabilir miyim? Çünkü çok şehirde bulundunuz, Ankara’yla İstanbul mu sizin hayatınızda daha…

İsmet Özel: Ben 17 yıl Ankara’da yaşadım. 78’den bu yana İstanbul’da yaşıyorum…

Yaşar Taşkın Koç: Peki, bu iki şehri kıyaslama şansı kaldı mı Türkiye’de artık?

İsmet Özel: Yani bu ikisini aynı düzlemde değerlendiremeyiz. İstanbul… Birileri… Bu fırsat açılmışken onu da söyleyeyim. Bu tıpkı ezberci eğitim konusunda olduğu gibi çok büyük bir hata, saçmalık! İstanbul’un dünya şehri olduğunu söylüyorlar. İstanbul dünya şehri falan değildir. İstanbul Türkiye’nin bir şehridir. Ve Türkiye’nin en önemli şehridir. Dünya şehri, hatta dünya başkenti türünden bir saçmalık, İstanbu’u Türkiye’nin bir şehri olmaktan çıkarmanın ilk adımıdır.İstanbul Türkiye’nin İstanbul’u olmaktan çıktığı zaman Türkiye diye de bir şey kalmaz. İstanbul’u bir Ortodoks başşehri haline getirebilmek için hazırlıklar olduğunu biliyoruz; ama bu şehir dünya çapındaki önemini; bir Türk şehri olmasıyla kazanmıştır. Diyebilirsiniz ki, tam tersi, Konstantiniye önemini Hıristiyanlığın baş şehri olarak kazanmadı. İşte burada dananın kuyruğu kopuyor… Modern dünya dediğimiz şey; kimin sözünün geçtiği bir dünya olacak… Hıristiyanların mı, Türklerin mi? Yine sorabilirsiniz: Madem Hıristiyanlar diye başladın, niye Müslümanların diye devam etmiyorsun da Türklerin diyorsun? Çünkü biz insanlık tarihinin ısırıcı saltanat döneminden bahsediyoruz…

Yaşar Taşkın Koç: Öncekinden değil, sonraki kapışmanın başladığı tarihten…

İsmet Özel: Evet… Biliyorsunuz Yavuz Sultan Selim, kendisine kadar gelen Osmanlı padişahları arasında doğuya sefer yapan ilk hükümdardır. Daha öncekiler hep batıya sefer yapmışlardı. Bunun sebebi nedir? Çünkü büyük keşifler yoluyla Portekizliler Hint Okyanusuna çıkmışlardır. Ve orada Arap yarımadasına sızmaktadırlar… Mekke ve Medine’nin Türk hakimiyetinde olmasını (halbuki onlar hiçbir zaman hâkim demediler, hadim dediler, biz Hadim-i Haremeyn’iz dediler ve tabi ki öyleydi) sağlayacak bir politikanın zarureti vardı. Bu payeyle doğu seferleri yapılmış ve biliyorsun işte 1517’de Kutsal Emanetler İstanbul’a getirilmiştir. Yani Hıristiyan Avrupa, Mekke ve Medine’ye tasallutta bulunacak olursa kendisini muhatap olarak Osmanlı devleti’nin karşısında bulsun…

Yaşar Taşkın Koç: Müslümanlarla değil Türklerle…

İsmet Özel: Çünkü Müslümanlarla bir şekilde Hıristiyanlar ortak dil bulabiliyor; ama Türklerle anlaşamıyorlar. Dediğim gibi Türkler laf anlamaz, ama Müslümanlarla gayri Müslimler anlaşıyorlar. E.M. Forster’ın Hindistan’a Bir Geçit diye Türkçe’ye de tercüme edilen kitabında bu konuda bir bahis vardır. İngilizler Hintli Müslümanların sırtından Hint yarım adasına hâkim oldular. Çünkü öbür unsurlar İngilizler yabancı oldukları için onlarla hiç temas etmiyorlardı. Ama Müslümanlar Hıristiyanları Ehl-i kitap saydıkları için onlarla temas ettiler. Onlar da Müslümanları kullanıp… Demek istediğim; bu Katolik olsun, Protestan olsun Batılı, Avrupalı Hıristiyanlardır. Doğulu Hıristiyanlar, bilhassa Ortodokslar nedense 1965 yılına kadar Türk’lerin bir parçasıydılar. 1965 yılında Roma’daki Papa ve Fener’deki Patrik karşılıklı olarak birbirlerine yönelttikleri aforoz kararını kaldırdılar. Yani o tarihe kadar Roma İstanbul’u, İstanbul Roma’yı aforoz etmişti. Ondan sonra tabi ki işler değişti ve bir şekilde herhalde bir kaynaşma, kenetlenme olmuş olmalı ki; geldi İspanyol Aristokratları çocuklarını Patrikhanede vaftiz ettirdiler. Halbuki İspanyollar çok koyu Romalı Katolik’tir…

Yaşar Taşkın Koç: Peki başta sorduğum bir soru vardı. Onu tekrar sormak istiyorum. “Bu bir sabotajdı” dediniz aslında. Şu andaki gidişata karşı “Allah’ın Türk milletini üstün yarattığı” tezini öne sürüp savunmak. Bunda bir başarı, bir tepki, bir karşılık bulup bulmadığınızı sormuştum. Henüz bir işaret yok dediniz. Genelde Türkiye’deki aydınlar, belki de özellikle İslamcı diyebileceğimiz aydınlarla ilgili olumlu veya olumsuz tepki olmuyor mu? Birçok insan hala yaşıyor. Sezai Karakoç… Sizin de tanıdığınız bir insan… Birçok isim daha verilebilir. Belki isimler üzerinden gitmek gerekmiyor. Bunlarla ilişkileriniz açısından bir tepki almadınız mı? Fikirlerinize, bir şey yapılmalı, bir sabotaj yapılmalı mı bu gidişata diye…

İsmet Özel: Şimdi Türkiye’de insanlar kendi girişimleri sonucunda Türkiye lehine bir atılım yapılabileceği görüşünü verimli bulmuyorlar. Ne demek istiyorum yani? Türkiye’de “biz ayrı milletteniz, dolayısıyla beraberliğimiz bütün zorlukları aşmaya yeter” Diyebilecek topluluklar yok… Bunların içine dediğim gibi Türkçüler, İslamcılar, komünistler, Aleviler, Kürtler…giriyor, hepsi dahil. Yani Türkiye’deki hesap millet varlığının duruma el koyması planını yürütmeye dönük bir hesap değil. İnsanlar devlet organizasyonuna tesir ettikleri nispette, devlette rol aldıkları nispette bir şeyler, kendi hesaplarına veya ülke hesabına bir şeyler yapılabileceğini düşünüyorlar. Bu da bir çıkmaz yol. Gerçi hikâye orijinal olarak bana ait değildir ama tekrar etmekte fayda umuyorum. Bir futbol oyununa benziyor bu. Fakat çok özel bir futbol oyunu. Neden özel? Çünkü saha düz değil, eğik! Yukarıda Türkiye’nin aleyhine çalışanların kalesi var, aşağıda Türkiye’nin lehine çalışanların kalesi var. Topu yuvarladığın zaman bu tarafa gol giriyor. Fakat bu maçta sahanın eğriliğinden başka özellikler de var! Mesela: Türkiye’nin lehine çalışan insanların takımında kafa atmak yasak! Çalım atmak yasak! Onlar sadece ayaklarına top gelirse vurabiliyorlar. Topu koşamıyorlar yani. Olduğu yerde sabit durup, top gelirse vuruyorlar. Birde eğer Türkiye’nin lehine çalışan insanların takımındaki oyuncuların eline top değerse buna penaltı veriyorlar. Ama Türkiye’nin aleyhine çalışan takımın oyuncuların birinin eline top değerse buna penaltı vermiyorlar. Yani değerlendirmede böyle. En önemli kural; eğer top ayağında olarak 18 çizgisini geçerse karşı takımın, oyunun kuralı gereği forma değiştirip öbür takıma geçiyor… Yani ceza sahasını geçenlerin hepsi öbür takımda. Bu takımdan kimse bana “gel kardeşim, bir şeyler yapalım” demiyor. Çünkü aynı takımda değiliz. O 18’i geçtiği için öbür takımda. Eğer ceza sahasını geçmediyse zaten “Ağabey, ayağıma top gelmedi ki vurayım” diyor…

Yaşar Taşkın Koç: Peki belki de son bölümde şiirden bahsetme imkânı da bulabilirsek… Çünkü Türkçe’yi çok önemsiyorsunuz… Üzerine hassasiyet gösterilmesi gerektiğini kendinizin de, şiirde gösterdiğinizi düşünüyorsunuz. Türkçe üzerinde de bir özensizlik...

İsmet Özel: Türkçe’ye bir özensizlik diye bir şey söz konusu değil; Türkçe’ye bir düşmanlık söz konusu! Şimdi Türkçe’ye her koldan düşmanca saldırıyorlar. Bir kere Türkçe’nin ne olduğunu tespitte zorluk çekiyoruz. Şimdi bizim konuştuğumuz Türkçe nedir? Türkiye Türkçesidir. Hayır Türkçe’nin kendisidir. Türkçe sadece burada Yunus Emre’den başlayarak oluşmuş bir dildir. Bu gerçeği bir kere beynelmilel planda hasır altı ediyorlar. Eğer bu gerçek su yüzüne çıkarsa Türkçe’nin geleceği Türkçe konuşanların geleceği anlamına gelecektir ve bu da Dünya Sistemi’nin köküne kibrit suyu ekecektir. Türkçe’den başka Türkçe olmaz. Yani Çağatayca Çağataycadır… Yani Türkî diller diye bir şey tabiî ki vardır. Ama Azerice Azerice’dir. Azeri Tükçesi diyorsunuz…Özbekçe, Türkmence bunlar Türkçe midir? Hayır… Türkçe’ye çok yakın; bu fikre hiçbir itirazımız yok. Tamam, bir şey demiyoruz… Biraz dil meselesiyle ilgilenen insanlar, Latince’den türeyen dillerin yakınlıklarını biliyorlar mıdır acaba? Romence Fransızcaya, Almanca Felemenkçeye çok mu uzak? Eğitim görmüş, yani lise mezunu bir İtalyan ve lise mezunu bir İspanyol, ikisi de kendi dillerini konuşarak, anlaşabiliyorlar. Yani birisi, diğerinin ne dediğini netlikle anlıyor. Eğitim gördükleri için. Ve de okulda Latince öğrendikleri için. Türkiye’de siz bana söyleyebilir misiniz, bize Oğuzlar’ın en yakın olması bakımından, en yakın olan, Azerilerle Türkçe konuşanlar kendi dillerinde serbet bırakıldıklarında, eğitim görmüş olsalar bile, anlaşabileceklerdir? Anlaşamazlar. Daha doğrusu anlamı tam yakalayamazlar. Yakın şeyler… Ve bir bakıma da bazı kelimelere de öyle anlamlar yüklemişlerdir ki sapar görüşme. Bu Latin Amerikalılarla İspanyolların arasındaki farktan büyüktür. Latin Amerikalılar da İspanyolca konuşur. İspanyollarda İspanyolca konuşur. Ama birbirlerine, belki birbirlerinin İspanyolcasına gülerler. Ama çok net anlaşırlar. Aynı dili konuşurlar.

Bizim Türkçe’miz bakınız Arapça ve Farsça’nın tayin edici gücüyle ve divan edebiyatının operasyon imkanlarıyla oluşmuş bir dildir. Türkçe’dir ama Arapça ve Farsça’yı bundan ayıklarsanız, ben her fırsatta bunu söylüyorum, hiç bir şey diyemezsiniz çünkü “hiç” Farsça’dır, “şey” Arapça. Bu sadece dilin kelime hazinesi bakımından böyle değil, aynı zamanda edası, rengi, söz dizimi bakımından da böyle. Nurullah Ataç diyor ki; “Okullara Latince ve Yunanca dersleri koyarsanız, Türkçecilikten vazgeçerim. Çünkü diyordu ki “ Biz bir medeniyetin parçasıydık ve bu medeniyetin asıl dilleri Arapça ve Farsça’ydı.” Sıradan bir Osmanlı aydını iyi derecede Arapça ve Farsça bilirdi… Sıradan bir Osmanlı aydını… Dolayısıyla o Türkçe konuşurken ne dediğini, neyi nasıl dediğini bilerek konuşurdu. Yani o öyle söylenmez, böyle söylenir, derdi. Şimdi diyordu Nurullah Ataç: Yeni bir medeniyeti geçtik, başka bir medeniyete geçtik! Bu medeniyetin ana dilleri, medeniyet olmasını temin eden diller Yunanca ve Latincedir. Yunanca ve Latince öğretin. Dolayısıyla Batı medeniyeti tahsili almış olanlar da bu yeni medeniyetin anaforundaki bu dili konuşabilirler. Yani bisiklet dedikleri zaman 2 çember demek olduğunu bilirler… Çünkü bunu Fransız çocuğu da, İngiliz çocuğu da eğitim gördüğü zaman çözebiliyor. Şimdi bu dil olayı içinde şiir bizim hayatiyetimizin can simidi olarak rol oynadı.

Tanzimat’tan sonra Divan Edebiyatı Osmanlı döneminde içkin bir milletin mevcut olduğunun, işareti değil kutup yıldızıdır. Yani Divan Edebiyatından, onu mihver kabul edip, diğer dil olaylarına bakabiliriz. Tanzimat ile birlikte yeni bir şiir arayışı süreci başladı. Ve Türk şairleri bu süreci sorumluluk içinde devam ettirdiler… Sürecin devam etmesini sağladılar. Peş peşe hem yenileşme, hem zihni kapasitenin boşa gitmemesi bakımından. O anlamda biz maalesef müziğimizi kaybettik. Fakat şiirimizi kaybetmeyebilir durumdayız. Aslında millet olmayı hedefliyorsak müziğimizi yeniden kazanmamız lazım. Yani Itri’den Selahattin Pınar’a kadar gelen çizgiyi tekrar tanımlayıp, tekrar yükseltecek bir yol bulmamız lazım. Ama kaybolmamış olan şey henüz şiirdir. Nerede bu şiir dediğin zaman gösterebiliyorsun: Şurada! Bu anlamda, belki milletleşme sürecinde etkin araç eğitimdir dedik ya eğitimin gücünü artıracak dinamoyu da şiir sağlayabilir.

Ama insanlara bakmak lazım. Yani hâlâ şiirden ne anlıyorlar, şiir nereye gidiyor, Türkiye’de şiir okursam ne kazanırım? Evet Türkçe’ye düşmanlık o bakımdan bir kere Türkçe’nin ne olduğunu bilmemekten oluyor. Bilmemekte ısrar etmekten de geliyor. Şimdi madem Arapça ve Farsça etkisini kaldıracaksınız, işte dediğim gibi kaldırdığınız zaman Türkçe diye bir şey kalmaz. Sadece kelime hazinesi bakımından değil, yapı açısından da. Ama o zaman keşfet bakalım sen, hangi Türkçe yani, Arapça ve Farsçasız olan Türkçe’yi. Senin Türkologun yok yani…

Yaşar Taşkın Koç: Durum bu! Her şeye rağmen hala tutanak noktası olarak gösterebilir ve millet olmaya karar verirsek şiir bizim için güçlü bir kutup yıldızı diyorsunuz. Ama Türk nesrinde, genel bir eleştiridir bu; benim de naçizane katıldığım bir eleştiri: Sanki Türk nesrinde daha başarısız. Yani Türk milleti çok özel bir gelenek sahibi gibi görünmüyor. Acaba şiirle nesirler arasındaki fark, birinin şık ve yalın olması, diğerinin biraz daha yabancı…

İsmet Özel: Şimdi bu şu, biraz önce söyledik ya, Osmanlı devleti vatansız ve milletsiz bir devletti. Şimdi düz yazının gelişmesi için bu sosyal iletişim alanının büyümüş olması lazım. Halbuki Osmanlıda bu alan çok dar ve nazikti. Belki sağlam ince bir sicim gibi. Çelik bir sicim gibi. Dardı ve sınırlıydı. Şimdi zaten düzyazı geleneği olduğunu söylediğimiz toplumlar hangileri? Bunlar modern toplumlar. Geçmişleri 300 seneyi bulmaz. Yani sizin edebî düz yazı dediğiniz şeyin zaten dünyada ki geçmişi toplasan 100 senedir. Anlatabiliyor muyum? Bunda öyle gocunulacak bir şey yok! Normaldir. Türkiye’de düz yazı zaten bu konuda aşama kat edecek bir tecrübe geçirmemiş. Yani sen hem büyük bir filozof çıkaramayacaksın içinden, hem de düz yazı geleneği… Olur mu böyle bir şey? Yani bütün bu düz yazı geleneği dediğiniz, düz yazının güçlü olması, o işi yapan insanların olmasıyla kaim…

Fransızca’nın diyelim ki Balzac’ı olmadan nasıl düz yazı geleneği olacaktır! Sonunda da yani Proust olmadan diyebiliriz. Dolayısı ile Türkiye’de eğer Türkçe yazan insanlar kitaplarının tercüme edildiği zaman nasıl duracağını düşünerek yazıyorlarsa burada düz yazı geleneği falan filan yok… Şiir zaten olmaz da, düz yazı hiç olmaz. Çünkü düz yazı dediğim şey, o dilin çevresinde olan insanların kendilerini inşa ettikleri alan. Ya da işte eğer Heidegger’in ifadesine rağbet edecek olursak “dil varlığın evidir”. Yani dile baktığımız zaman varlığı görürüz. Daha doğrusu varlık dilde oturur. Türk Edebiyatı ihmal edilebilir bir şey olduğu zaman Türk varlığı da tekmelenebilir bir şey olur…

Ama çok önemli bir şey. Ben her zaman söylüyorum. Ömer Seyfettin’in cesedinin tıp fakültesinde kadavra olarak kullanıldığını biz, işte, ders sırasında çekilen fotoğraftan anlıyoruz. Bu millete İstiklal Marşı hediye eden şairin bu ülkede yaşama alanının ne kadar olduğunu gördük. Dolayısıyla öyle bu işleri ezbere konuşamayız. Ben de söyledim, yani koskoca İstanbul’da Nef’î diye bir semt yok! Bayram paşa var…

Yaşar Taşkın Koç: Asılan ve astıran…

İsmet Özel: Evet. Burada da hemencecik Müslüman görüşlü insanlar,”Ya aslında Bayram Paşa değildi Nef’î’yi idam ettiren, IV. Murat’ tı, diye itiraz edenler var. İnsanlar bir şeyleri anlamamakta kararlı adeta. Israrla siz bana soruyorsunuz, “Var mı yanında adam, bir şey olabilecek mi” falan… Kiminle ne yapacaksın?

Yani Jürgen Habermas “Türk milleti İsmet Özel’i anlayacak bir seviyede değil; ama o da kendi milletinin anlayacağı dili kuramamış” dediği zaman, bu sözü işiten herkes ikinci kısma yükleniyor. Bak! Gördün mü?


Yaşar Taşkın Koç: Siz bu dili kuramamışsınız…

İsmet Özel: Ya…

Yaşar Taşkın Koç: İsmet bey çok teşekkür ederim… Çamlıca köşklerinde, sıcak içinde sizi çok terlettik… Bir başka programda tekrar birlikte olmak üzere…

İsmet Özel: İnşaallah!

Yaşar Taşkın Koç: Bu program yeni bir programdı, ilk defa yapılıyordu, konuğumuz İsmet Özel’di… Başka bir programda, başka bir konukla, buluşmak üzere, Allah’a emanet olun…


Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.

© www.ismetozel.org

Comments