İsmet Özel: İslâm dünyası diye bir şey yok.

İslâm dünyası diye bir şey yok.

Gerek dünyanın ve gerek Türkiye’nin meselelerini konuşurken ne yaptığımıza dikkat etmemiz lazım. Dünyada aktif, belli programları yürüten, belli planları gerçekleştirene insanların yaptıkları işlere verdiğimiz tepkiyi mi konuşacağız. Yoksa gerçekten dünyada olup bitenler konusunda bir fikir mi elde etmeye çalışıyoruz.




1. Dünya Savaşı dediğimiz olayın bittiği ilan edilmeden önce, 1917 yılında, Feldmareşal Allenby, basında yer alan şekliyle dedi ki: “Haçlı seferleri bugün sona ermiştir.” Bu bilinen bir şey. Hatta bazı haberlere göre Allenby, Selahattin Eyyübi’nin mezarına ayağıyla vurup “Yine geldik Selahattin” demiş.

Şimdi Büyük Ortadoğu Projesi konuşulacaksa, hadisenin ne olduğunu bilerek konuşmamız lazım. Başlangıçta da Haçlı seferleri Türklerle alakalı bir şeydi, sonunda da Haçlı seferleri Türklerle alakalı olarak bitti. Ortadoğu, İslâm dünyası vs. bir şeyler söylüyorlar. Bunların gerçekten belli adlandırmalardan kaçınmak için, bir şeyin adını koymaktan imtina etmek için yapıldığına inanıyorum. Dünyada Türklerle Avrupa arasında bir mesele var. Bu 11. yüzyılda belirginleşmiş ve bugüne kadar da gelmektedir. Bugün de dünyada bu Büyük Ortadoğu Projesi dediğimiz şey Türkiye’nin varlığına karşı bir şeydir. Türkiye’nin varlığı bu Haçlı seferlerinin sona ermesi dolayısıyla, Türkiye’de İstiklal Harbi verilmek suretiyle, dünya İslâm coğrafyasında müstakil bir alanın temini meselesinin ortadan kaldırılmasıdır. 1. Dünya Savaşı bittiği zaman, Türkiye’de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması suretiyle verilen mücadele aslında, dünya tarihinin merkezindeki bir hadisedir. Bugün de buna benzer bir şey yapılıyor. Şuna dikkat çekmeyi her zaman istedim: 14. asırda Osmanlı Devleti kurulurken, İtalyan site devletleri bölgesinde de Kapitalizm temellerini atıyordu. Dünyanın bugünkü oluşumunda bu zıtlaşma birinci derecede önemli bir şeydir. Bugün de bir şekilde Türkiye’nin varlığının tartışma konusu olması, dünya için birinci dereceden önemli bir şeydir. Ama bu hiçbir zaman konuşulan bir şey değildir. Siyasetin gündemini hiçbir zaman işgal etmiyor. Neden? Çünkü Türkiye’de büyük sermaye, dünyanın büyük sermayesi, Türkiye’de para değişimini hızlı olarak temin edecek alan olarak, mesela eğlence dünyasını ve spor dünyasını seçmiş. Türkiye’de en hızlı para değişimi bu alanlarda oluyor. Bunları konuşmak lazım.

Birtakım efsaneler üretiyor insanlar. 21. yüzyılın süper gücü Çin, falan filan diyorlar. İşte Büyük Ortadoğu Projesi de dünyanın alacağı yeni biçimle ilgili bir öneri gibi görülüyor. Aslında sermaye hareketleri bakımından pek de anormal bir şey değil. İsrail’in merkez olduğu bir büyük Ortadoğu mutlaka düşünülen bir şey. Ama bu dediğim gibi dünya sermayesinin kendine sıhhatli bir gidiş bulmak için aradığı çareler arasında. Ama kültürel ve tarihi olarak Türkiye’nin ne olduğu, Türkiye’nin ne yapacağı, dünya tarihinin vazgeçemeyeceği önemde bir şey.

Türkiye’nin modernleşmesi, Türkiye’nin direncini kıran bir şey midir?

Modernleşmeden neyi kastediyoruz, onu anlamak lazım. Türkiye’nin yüzünü batıya çevirmesi, Tanzimat’la başlayan bir hadise olarak düşünülüyor.

Diyelim ki Lozan kriterleriyle Türkiye başkalaştı, şimdi Kopenhag kriterleriyle bu süreç devam ettiriliyor.

Böyle şeyler söyleyemeyiz.

Böyle kilometre taşlarımız yok mudur?


Yoktur! Lozan kriterleri dediğimiz bir şey yok. Lozan, o gün yaşadığımız topraklarda bir İslâm devleti kurulmasına imkân veren bir anlaşmadır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini İslâm’dır, bu 1921 anayasasında da böyledir, 1924 anayasasında da böyledir. 1928 yılında devletin dininin İslâm olduğu anayasa hükmü olmaktan çıkmıştır. Yani böyle Lozan denilince Türkiye’nin alafrangalaşması diye bir şey yok, tam tersine, Lozan dediğimiz şey, gayrı Müslimlerin azınlık kabul ettikleri bir anlaşmadır. Lozan demek, Türkiye’de İslâm topraklarının müstakilliğinin Avrupa’daki güçler tarafından teyit edilmesi demektir. Lozan’ın bir tek anlamı var, Sevr’in geçersizliğinin ilan edilmesi. O açıdan bu tekrar bakılması gereken bir şey. Tanzimat Fermanı, 2. Meşrutiyet, bunlar dünya sistemine, yaşadığımız toprakların hem tutarlığı, hem kültürü bakımından entegrasyonu meselesidir. Dünya sistemi dediğimiz şey, bu yaşadığımız toprakları içine ne şekilde alacak, alacak mı? Onunla ne münasebet kuracak? Uğraşılan konu bunlar olmuştur. Türkiye’nin modernleşmesi dediğimiz şey bir aşama mıdır, yoksa bir intibak süreci midir? Bunu tekrar konuşmak lazım.



Büyük Ortadoğu Projesi iddiaları, dayatmaları anlaşıldığı kadarıyla çok büyük ve bir bölgeyi hedef aldığına göre de, Türkiye’nin tek başına üzerinden gelebileceği bir sorun gibi gözükmüyor. Siz Türkiye’yi merkeze alarak böyle bir değişim dalgasına karşı konulabileceğini savundunuz, Türkiye’nin böyle bir donanımı, arzusu, niyeti var mıdır?

Konuştuğumuz her şey Kapitalizmin akıbetiyle alakalıdır. Büyük Ortadoğu Projesi de Kapitalizmin aldığı yeni şekille alakalı bir şeydir. Sovyetler Birliği çöktüğü zaman Amerikan ideologları tarihin sonunun geldiğini söylediler. Yani Sovyetler Birliği yok artık, Kapitalizme alternatif olacak bir düzen, güç, imkân da yok. Dolayısıyla tarihin sonu geldi çattı, insanların geleceği, ufku diye bir şey yok. Kapitalizm zaten vardı, Kapitalizmin varlığına son verecek bir dinamik unsur yok dünyada, dediler. Tarihin sonu bu demektir. Tarih yok, bundan sonra hep böyle olacak. Kapitalizm ebedileşti. Ebedileştiği zaman da tarih yok. Şimdi Türkiye’nin varlığı başından itibaren Kapitalizm ile problemli bir alan olması ile bağıntılıdır. 14. asırda Kapitalizm temellerini atarken, Türkiye’de Kapitalist olmayan bir sistemle gücünü artırıyordu. 1571 yılına kadar Avrupalılar Türklerin yenilebileceğine inanmıyorlardı. 1571 İnebahtı savaşı Avrupalılara Türklerin mağlup edilebileceğini gösterdi. 1526’da Macarlar yenilmişti. O zaman Hıristiyanlığın kalkanı düştü diyorlardı ve Amerika’ya taşınmaya hazırlanıyorlardı. Ama Türklerin yenilebileceği görüldükten sonra, o sizin modernleşme falan filan dediğiniz şey hız kazandı. Avrupa kendi yaşadığı alanda, kendine güvenerek bir medeniyet yükseltme çabasına girdi. Yükseltti ve ondan sonra da Türklerin canına okuyacak bir pozisyon doğdu. III. Selim’den itibaren Türkiye devleti itibariyle çökertilecek bir alan ama çökertildiği zaman doğacak problemlerin bir türlü altından kalkılamayacağı bir alan olarak yaşadı. Bugün gene dünyada İslâm âlemi ile ilgili bütün meselelerin odağında Türkiye bulunmaktadır. Batıda yapılan hesaplara göre Türkiye zaten ortadan kalkacağı için geleceğin şekillendirilmesinde Türkiye’nin ciddiye alınması diye bir sorun yok. Ama acaba Türkiye’de bu hesaplar karşısında yeni bir irade yükselebilir mi? Bu mümkün olursa dünya tarihinin akışı a’dan z’ye değişir.

Nasıl bir irade?

Türkiye İstiklâl Harbi ile elde ettiği başarıyı, bir sosyal başarıyla destekleyemedi. Türkiye vatansız ve milletsiz Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkması sonucunda ancak vatanını kurtarabilen bir ülke oldu. Ve Türkiye, millet olgusunun bir kıvama gelmesini sağlayacak bir siyasi, kültürel, iktisadi başarı temin edemedi. Buna rağmen ayakta kaldı. Ve ayakta kaldığı için de1974 yılında Kıbrıs’a çıktı. İşin birçok başka boyutu var tabi, Kıbrıs’ın İngiltere ile ilgisi, Türklerin İngiltere üzerinden Kıbrıs’la ilgileri… Ama 1974 Kıbrıs çıkartması ilk defa Hilal ile Haç’ın karşılaşmasında Hilal’in galebe çalmasıydı. Yani 1571’den sonra ilk defa 1974 yılında direksiyon değişti. Bir şekilde başka bir yön tutturma ihtimali doğdu. Nitekim 1964’te Johnson mektubu geldiği zaman İsmet İnönü: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de bu dünya da yerini alır.” gibi bir laf söyledi. Bu söz Türkiye’de olağanüstü bir dinamizm doğurdu. Gerçi sonradan öğrendiğimize göre İsmet İnönü bu işin sadece retorik olduğunu Amerikan yetkililerine bildirmek üzere talimat vermiş, o ayrı. Ama bu reel bir şeydir. Türkiye dünya siyaseti muvacehesinde kendi ayakları üzerinde durmayı başarabilen bir ülke özelliği kazandığı takdirde, belirleyici, yön tayin edici bir ülke olabilir. Ama Türkiye’de yaşayan insanlar, zenginiyle fakiriyle, sağcısıyla solcusuyla böyle bir ihtimale hiçbir zaman yaklaşmak istemiyorlar. Çünkü böyle bir ihtimal söz konusu olduğunda insanlara yük düşüyor, insanlara sorumluluk düşüyor. Hâlbuki insanlar hazır yemek istiyorlar, insanlar gününü gün etmek istiyorlar. Yani dünyada, bir numaralı, birinci sırada hesaba katılır bir ülkenin ferdi olmak diye bir dert Türkiye’de yaşamıyor. Onun için de eğitim kurumları felaket. İnsanlar ne yapacaklarını ancak yanındaki insanı zarar uğratarak tespit ediyorlar. Böyle bir tuhaf toplumsal çözülme var Türkiye’de. Ama Büyük Ortadoğu Projesi büyük ölçüde Türkiye’nin müreffeh bir ülke olması düşünülerek önerilen bir proje değil, tam tersine Türkiye’nin yeni bir siyasi, -haritayı da işin içine katarak söylüyorum- düzene kavuşacağı düşüncesiyle ortaya atılan bir şeydir. Zaten Türkiye’de Amerika kaynaklı iki tez birbiriyle yarışıyor. Bir tarafta, Büyük Ortadoğu Projesi’ne evet diyelim, bunun bir katalizörü olalım diyen takım var, bir de Avrasya taraftarları var. Bunlar birbirleriyle muhalifmiş gibi yarışıyorlar ama ikisi de Amerikanın Türkiye için düşündüğü şeylerle oluşturulmuş planlar.

İslâm dünyası ile Türkiye’nin alakası, Türkiye’nin siyasi ve askeri bakımdan diğer nüfusu Müslüman olan ülkelerden farklı olması. Türkiye İstiklâl Harbi sebebiyle, hatta İstiklâl Marşı sebebiyle, dünya sisteminin karşısında bir ülke olarak varlık kazanmıştır. Aynı şekilde Türkiye’de silahlı kuvvetler inisiyatif kullanma başarısına diğer halkı Müslüman ülkelerin ordularından daha iyi bir durumdadır.

Avrupa Birliği’ne yürüyen Türkiye’nin ideolojisi nedir?

Bu sorunuzu anlamam lazım önce, Avrupa Birliği’ne yürüyen falan filan… Ama burada konuşulan şeylerle ilgili bir netlik gerektiğini düşünüyorum. Bir kere bize Avrupa’dan dayatılan görüşleri reddediyorsak, bu İslâm dünyası meselesinin ne olduğunu da tartışmamız lazım. İslâm dünyası nedir? Böyle bir şey var mı? İslâm dünyası neymiş! İslâm dünyası diye eğer ahalisi Müslümanlardan oluşan toplulukları kastediyorsanız bu pek manalı bir şey değil. Budist dünyası da var bu manada. Bir takım Amerikalı ideologların işlerine yaradığı için, Huntington gibi, bunlar söyleniyor. Vahdettin’e haber verdikleri zaman Abdülmecid’in halife seçildiğini, “Bizim birader tekke şeyhliğini kabul etmiş demek” demiş. Yani saltanatsız hilafet ne demek, böyle şey olur mu? Neden olmaz? Bir dil tanımı vardır mesela, kimin yaptığını şu anda hatırlamıyorum. Dil dediğimiz şey, ordusu ve donanması olan bir şivedir. Siz bir lisandan bahsediyorsanız bu iletişim aracı arkasında bir ordu ve donanma olduğu için lisandır. Yoksa o da, birçok diğerleri gibi bir şivedir. Türkiye bu bakımdan, Türkçe’ye sahip olması bakımından İslâm dünyasının bir parçasıdır... Bunlar karışık şeyler. Türkiye Avrupa kültürü tarafından askeri güç ve siyasi organizasyon itibariyle yok edildiğine inanılan bir sırada İslâm’ın zuhurudur. Türkiye dediğimiz ülke 1. Dünya Savaşı sonunda batı medeniyeti tarafından İslâm’ın askeri güç ve siyasi organizasyon bakımından yok edilmiş olduğu görüşünü cerh etmek üzere varolan bir ülkedir.

Suriye 1942 yılında kuruldu. Malezya, Endonezya, buralar varlıklarını Hollanda sömürgesi olmaktan başka neye borçlular. Böyle bir İslâm dünyası… Evet orda mesela Müslümanlar kışkırtıldı ve komünist öldürdüler, korkunçtur sayısı, 50’li yıllarda. Bu mudur İslâm dünyası. Böyle bir şey yok. Yani İslâm’dan bahsedeceksek askeri güç ve siyasi organizasyon olarak bahsedebiliriz.

Peki bilinç durumu. Türkiyeli Müslümanlar İslâm ümmetinin parçası olarak anlamlı mıdırlar? Böyle bir tanım yapılabilir mi?

Bu da çok komplike bir mesele. Biraz önce Ali Bulaç söyledi galiba. Osmanlı Devleti sunûf-u devletten ibarettir, İlmiyye, Seyfiyye, Kalemiyye. Bir devlet olarak, bir devletin dayanağı olarak İslâm yaşadı bu topraklarda. Halk, kendisine muti bir unsur olması için ne öğretildiyse onu biliyordu. Medreselerin dışında İslâm tarikatlarda kendine mahsus bir şekilde yaşıyordu. Hakikaten bir devlet sınıfı olarak ulemanın inhisarında olan bir İslâm’dan bahsedebiliriz. Hatta derlermiş ki; “İlim Aksaray’a inmez, çünkü Fatih’tedir.” Öyle bir İslâm. Tanzimat’la başlayan, devlet mekteplerinde, yani İlmiyye sınıfının etkisinin dışındaki alanlarda İslâm öğretilmeye başlatıldığı zaman bu topraklarda, İslâmcı tezler doğdu. İlmiyye sınıfının dışındaki insanlar Müslümanlıktan haberdar oldukları zaman, bu ülkede İslâmi bir siyasi talep doğdu. Bu açıdan cumhuriyetin kurulması da çok önemli bir aşamadır. Çünkü Atatürk devrimleri dediğimiz şeyin nereye oturtulacağı konusu, Türkiye’de sadece Müslümanım diyenlerin meselesiydi uzun yıllar. Dolayısıyla Türkiye’de İslâmiyet denildiği zaman, işte çeşitli aşamalarla gerçekleşmiş olan Avrupaî eğitimin eleştirisi söz konusu. İslâmiyet denildiği zaman, Müslüman olarak “biz ne yaptık, ne yapmalıydık” meselesi, bu eleştiri işini canlı tutabilmiştir Türkiye’de. Onu da 1973 yılından sonra siyasal İslâm’la benzettiler. Ama bu demek değildir ki, Türkiye’de insanlar kendi varlıklarının nereye teveccüh ettiği konusunda İslâm’dan destek almayı reddetmişlerdir. İşte Türkiye’de modernleşmenin vardığı aşama söz konusu olduğu zaman, Türkiye ülke olarak, millet olarak varlığını idame ettirmek için İslâm’la hangi bağı kuracaktır sorusunu soracak. O zaman modernleşmenin bir aşama olduğu konuşulabilir. Soracak mı sormayacak mı, şimdilik bilmiyoruz.



Bir tartışma olsun diye söylemiyorum ama İslâm dünyası vardır dediğiniz zaman, kafirlerin tarif edip işini bitirmek için hazırladıkları bir plana hizmet ediyorsunuz. Nitekim yapıyorlar, Müslüman deyince terörist anlaşılıyor bütün dünyada bugün. Onlar tarif edip öldürmek için, yok etmek için yapıyorlar bunu. İslâm dünyası diye bir şey yok. İslâm dünyası yok. Bizim Müslümanlarla bir bağımız yok. Biz Müslüman olsaydık, birimizde bir acı olduğu zaman öbürü bunun acısını duyardı. İslâm dünyası yok. İslâm dünyası olmadığı için amerikan askerleri Irak’a girebiliyor. İslâm dünyası olsaydı Amerika gık diyemezdi. Türkiye’de ve dünyanın herhangi bir yerinde entelektüelim diye ortaya çıkan insanlar kâfirlerin tasallutuna karşı bir duruş gösteremiyorlar. Bir kere kâfir lafı bile kalktı ortadan. Böyle İslâm dünyası olur mu? Müslümanlar yaşadıkları toplumun en cahil, en yetersiz, en ahlaken düşük unsurlarını temsil ediyorlar bütün dünyada. Bosna da Müslümanlar –ki onları Müslümanlığı isimden ibaret olan Müslümanlıktı, yani hayata geçirilmemiş bir Müslümanlık- katledildiler, bütün İslâm dünyası o zaman nerdeydi, Türkiye nerdeydi. İslâm dünyası diye bir şey yok. Dediğim gibi, Müslümanlar yaşadıkları toplumun ahlaken zayıf kesimlerini oluşturuyorlar, böyle İslâm dünyası varsa sizin olsun!

Dünyada bütün insanların kendilerini ifade etmelerini neredeyse imkânsız kılan bir hegemonik sistem var. Bunun esası, kökü nedir? Bunu anlayalım. Müslümanların da bu hegemonik sistemde kendilerini nerede hissettiklerini bilmeleri lazım. Âdem Aleyhisselam yaratıldığında Şeytan’la bir zıtlaşmamız oldu biz Müslümanların. Bütün insanlık tarihi boyunca küfür ile iman birbirini dışlayarak yaşadı. Bugün de bir terslik, bir aksilik, bir zıtlık var. Biz şimdi küfrün nerede, imanın nerede oldu konusunda kafamızda netleştirmemiz lazım. Eğer, biz dünyada baskının, zorbalığın, insanların kendilerini ifade etmelerinin imkânsızlaştığı bir baskıcı sistemin yaşamasını onaylayan insanlarsak, acaba kendimizi müminler katında sayıyor muyuz? Bunu anlamamız lazım.

Comments