İsmet Özel’in 27 Nisan 2005 Tarihinde Türk Edebiyatı Vakfı’nda Yaptığı Konuşma

İsmet Özel’in 27 Nisan 2005 Tarihinde Türk Edebiyatı Vakfı’nda Yaptığı Konuşma


Merhaba. Bu konuşmayı yapmamın benden istendiği zamanın üzerinden sanıyorum bir ay geçti. Ben o zamandan şu ana kadar sizlere neler söyleyeceğimi kafamdan geçirdim. Notlar alıp planlar yapmadım; ama birçok şey düşündüm. Eğer konuşmam yeterince parlak olmazsa anlayın ki zaten ben bunları size kafamda, zamanında söyledim. Böylece kendi kendime tatmin oldum. Şimdi kestirmeden sorunun cevabını da vererek konuşmayı bitirebilirim.

Burada “Türklerin üstün yaratılma sebebi” şeklinde bir soru var karşımızda. Bunun net, çok kolay anlaşılır bir cevabı var “Türklerin üstün yaratılma sebebi İslâm’ın kılıcı olmalarıdır.” Sorunun cevabı verilmiş oldu. Böylece konuşmada bitmiş oldu. Bir konuşan adamın mükâfatı izleyici bulmasıymış. Ben altmış bir yaşında bir yazar ve şair olarak, tabiî, bunlardan hangisi olduğumu da düşünmem lazım, münasebettar olduğum insanlardan pek memnun değilim. Onlara müteşekkirim ancak onların benimle iyi bir ortaklık kurmayışlarından şikâyetçiyim.

Son zamanlarda Türk, Türklük gibi sözlerin benim ağzımdan sık sık duyulduğu söyleniyor. Oysa gerçekte bu, son zamanlara mahsus bir vakıa değildir. Benim bir şekilde yazı hayatına girdiğimden bu yana temalarımda ve gündemimi meşgul eden meseleler alanında büyük değişmeler ve heyelanlar olmuş değildir; ama insanlar bunu böyle algıladılar şimdiye kadar. Bu intibaların hiçbiri doğru değil; ben on dört yaşımdan bu yana, birlikte yaşadığım insanlarla nasıl bir ortam sağlamalıyız, nasıl bir ortam olmalı ki birlikte yaşadığım insanlarla iyi bir hayat yürütebileyim ve üzerinde yaşadığım toprağın ruhuyla nasıl bir iletişim kurabilirim, bunları düşünerek ne yaptıysam yaptım. Dolayısıyla değişikmiş gibi görünen düşünceler aşağı yukarı aynı şeylerdi. Şimdi İsmet Özel’in ağzından “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” cümlesi çıktığı zaman bazıları telaşa kapılıyorlar. Bunu cerh etmek için uğraşan insanlar çoğunlukta oluyor. Dur bakalım adam ne diyor demiyorlar, çünkü şimdiye kadar benim yazdıklarımı okurken dikkatli davranmamışlar. Şimdi “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” diye bir cümleyi tedirginlikle karşılayanlar bunun doğuracağı sonuçları da rahatsız edici buluyorlar.

Çünkü şu anda yaşadığımız ülkede bir şeyler olup bitiyor. Ve bu ülkenin alacağı şekil konusunda bir takım planlar ve programlar uygulamaya konuluyor. Bu planlar ve programların gidişatına ters bir şeyler olacak galiba diyerek insanlar tedirgin oluyorlar. Onun için meseleyi hem insanlığın meselesini hem bu insanlığın içerisinde bizim yaşadığımız toplumun meselesini doğru biçimde kavramamız lazım. Ne demek doğru kavramak? Yanlış mı kavramışız ki doğrusunu kavramamız gerekiyor. Bu çok ciddi bir meseledir. Ne olduğu ve başımıza ne geldiği konusunda doğru şeyler bilmiyoruz. Ve bu bilmediğimiz şeyler isabetli davranmamızı engelliyor. Doğru şeyler bilmiyoruz. Doğru olmayan şeylerin doğru olmayabileceğini bildiğimiz halde onları da pek fazla kurcalamıyoruz. Çünkü ufkumuz dar. Hayatımızın küçük olmasını normal karşılıyoruz. İnsan olmanın çok haysiyet gerektiren bir şey olduğu meselesi bizleri çok fazla uğraştırmıyor.

Benim şiirlerimden biri “İnsan eşref-i mahlûkattır derdi babam” diye başlar. İnsanın eşref-i mahlûkat olduğuna dair bilgi İslâm düşüncesinde merkezde bir bilgidir. Ve insanın şerefinin nereden geldiği meselesi de bazı Müslüman düşünürler tarafından şöyle açıklığa kavuşturulmuştur. Derler ki; İnsanın şerefi yiyeceğini ağzına götürmesindedir. Diğer canlılar ağızlarını yiyeceğe götürürler. Bunu kafamızda beliren resimden daha geniş bir şekilde yorumlamamız gerekir. Demek ki bizim ihtiyacımız olan bir şeyi kendi çabamızın bir karşılığı olarak edinmemiz şerefimizin gereğidir. Yani ihtiyaç duyduğumuz şeyler dolayısıyla kendimizi alçaltmamız insan şerefine uygun bir şey değildir. Bunların Türklükle ne alakası var, bakalım bunu izah edebilecek miyim?

Birçok şeyi yanlış biliyoruz, yanlış bilmemiz de bizde tedirginlik yaratmıyor. Benim bilgilerim dâhilinde, kendisi de bir Turancı olan Zeki Velidi Togan, Türk Tarih Kurumu’nun bugün mekteplerde hala okutulan Türklerin dünyaya yayılma tezini protesto etmek üzere Türkiye’yi terk etmiş. Yani böyle temelsiz asılsız bir şey üzerine ilim yapılamaz diyerek. İlkokullarda çocuklara hala öğretiliyor sanıyorum. Ben okurken öğretiliyordu. Orta Asya’da bir iç deniz varmış kurumuş, Türkler her tarafa dağılmış. Çocuklara öğretilen böyle bir şey var. Birkaç yabancı dile aşinayım, hiçbir yerde böyle bir şey okumadım. Ama biz, çocuklara bunu öğretiyoruz. Böyle bir şey gerçekten varmış gibi. Hâlbuki yok. Jeoloji de böyle bir şey söylemiyor. Ama herkes böyle bilsin diye birileri karar vermiş ve kimse de buna ciddi bir “ne bu saçmalık?” diye bir itirazda bulunmuyor. Bugünlerde -hala devam ediyor mu bilmiyorum- Londra’da bir “Türkler” sergisi açıldı. Türklerin 6. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar bin yıllık bir tarihi kapsıyormuş güya. Bu da benim görüşüme göre toplum olarak bize atılmış çok büyük bir kazık. Çünkü 6. yüzyılda “Türk” diye bir şey yok bana göre. Ama bazıları böyle bir şeyin olmasından müthiş bir heyecan ve zevk duyuyor.

Ben Türklüğün İslâmlıkla mümkün olabildiği tezini savunuyorum. Eğer ırkî bir şeyden bahsetmiyorsak, benim söylediğimin çok net anlaşılabilir olması lazım. Şimdi böyle bir vakanın fark edilebilmesi millî kimliğini ancak diniyle elde etmiş bir topluluğun olduğunu fark etmek ister istemez bazı sorumluluklar hatta zorunluluklarla karşı karşıya bırakıyor insanları. Bence meselenin künhüne varılamayışında bu zorunluluklardan kaçış, sorumlulukları anlamama eğilimi ağır basıyor. Kendi durumumuzun çok karışık olduğunu fark etmek zorundayız. Başkalarının durumu bizimki kadar karışık değil. Şu an da Türkiye’de yaşayan toplumun akıbeti konusunda, Türkiye’de yaşayan insanların yüz yüze geldikleri karışıklık, karmaşıklık Türkiye’de yaşayan toplumun başına bir takım işler getirmeye çalışanların karşı karşıya kaldıkları bir karışıklık değil. Kıbrıs meselesi dolayısıyla Yunan Dışişleri Bakanlığı’nı o sırada üstlenmiş olan Papandreu şöyle söylemiş; “Türkler bundan sonra ya bize yardım edecekler yahut bizim yaptıklarımızı seyredecekler.” Türkiye’de yaşayan insanların başına ne geleceği konusunda başkaları Türkiye’de yaşayanlardan daha rahat, karışıklıktan daha uzak konumdalar. Şimdi kendi halimizi anlamak için, dünyanın gidişiyle ilgili bazı gözlemleri yakalayabilmek lazım. Ama önce kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Dünyanın bugün aldığı biçim, kendi değerlendirmelerimiz bakımından olumladığımız bir biçim midir? Yoksa biz dünyanın aldığı biçimi reddetme, bugünkünün belirlenmesi yolunda zorunluluklar içinde olma halinde miyiz?

Mesele nedir? Söylendiğine göre İsmet İnönü Lozan Antlaşması’nın yapıldığı oturumdan çıkarken demiş ki: “Bir 100 sene kazandık.” Meselenin aslı bu… Eğer bir mesele varsa… Türkler ve ben bu ülkede başka bir yere gidemediğimiz için mi yaşıyoruz, yoksa bu ülkede yaşamayı bilhassa mı tercih ediyoruz? Burası birilerinin vatanı mı, yoksa birilerinin çiftliği mi? Hayatımızı burada geçirmenin bir manası var mı, hayatı geçirmenin bilhassa bir manası var mı? Bunları zihnimizde netleştirmemiz gerek. Ama anladığım kadarıyla birçoklarının zihninde böyle bir gerekliliğe yer yok. Ben bencil bir tavır içinde olduğumu düşünüyorum. Çünkü ömrümü şiir yazmaya adadım ve kendimin harcanmasını rahatsız edici buluyorum. O yüzden de yaşadığımız topraklarda benim şiirlerimin neye değdiğini belirginleştirecek bir kültürün kökleşmesini istiyorum. Dolayısıyla benim fikirlerim son derece bencil fikirler. Sadece benim menfaatime yarayan şeyler. Türkçe tangolardan daha iyi şeyler yazmadığınız için Türklerin üstünlüğü sizin menfaatinize yaramayabilir. Kimseyi bir teorik alana sıkıştırmak, birilerine bir şey izah etmek durumunda hissetmiyorum kendimi. Sadece Türk diliyle bir varoluş alanı oluşturmanın kıymetini devam ettirmek istiyorum. Onun için de bazı hususların sadece birileri tarafından anlaşılmasının iyi bir yol açacağı inancını taşıyorum. Yaşadığımız günler benim beklentilerimin pek esaslı, derinlerde yer tutmayacağını gösteren günler. Yaşadığımız topraklar Türkçe yazılmış bir şiirin değerini yüceltecek bir kültüre doğru gitmesine imkân veren bir durumda değil.

Genel Kurmay Başkanı diyor ki: “Türkiye ne bir İslâm devletidir ne de bir İslâm ülkesidir.” Ben de demiştim ki yıllar önce: “Eğer Türkiye vatan ise dar’ül İslâm olduğu için vatandır. Türkiye iki kere dar’ül İslâm olduğu için vatan olmuştur. Birisi 13. yüzyılda, diğeri 20. yüzyılın başında. Türkiye dar’ül İslâm olduğu için vatandır diyorum. Türkiye birilerinin vatanıysa Müslümanların vatanıdır. Ama eğer Türkiye dar’ül İslâm olarak vatan değilse o zaman birilerinin bize bir şeyler duyurmasını beklemek lazım. Yani kültürel olarak niçin burada bulunduğumuzun sorgulama hakkını birilerinin eline vermiş oluruz.

Şematik bazı şeyler söyleyeceğim. Dünyada bir sistem var. Bu söz yetmişli yıllarda bütün dünyada kabul gören bir söz idi. Ama daha sonra insanlar böyle ifadeleri terk ettiler. Dünyada bir sistem var. Bu sistem bir altlık üstlük ilişkisi içinde işliyor. Ya da merkez çevre ilişkisi içinde işliyor. Metropol periferi ilişkisi içerisinde işliyor. Bu sistemin ortadan kaldırılması beklentilerinin yüksek olduğu zamanlarda, dünyada bir sistem olduğu görüşü çok söylenen bir görüştü. Ama insanlar bu sistemin alt edilemez olduğunu kabul etmeye başladıktan sonra sistem lafı edilmemeye başlandı. Bugün dünyada sağcısı solcusu, kâfiri Müslüman’ı, hepsi bazı ortak alanlarda uzlaşmış durumdalar. Sistem yürüyecek, sistem sarsılamaz. Sistemin yerini başka bir şeyin alması söz konusu değildir gibi bir uzlaşmayı taşıdıkları için, böyle bir uzlaşmanın elemanı oldukları için insanlar sistemden söz etmiyorlar. Ben de size konuşmakta bu bakımdan biraz önce zorlandım. Şimdi kafalarında hiçbir zaman böyle bir mesele taşımayan insanlara ne diyeceğim diye kara kara düşünmeye başladım. Şimdi biraz açılıyorum. Size bir şeyler söyleyeceğim. Çünkü anlamanızı istediğim için zorlanmıştım biraz önce. Şimdi anlamanızı umursamadığım için rahatlıkla söyleyeceğim.

Dünya sistemi dediğimiz şeyin bir başka adı da Kapitalizm’dir. Bu dünya sistemi dediğimiz şey 14. asırda temelleri atılmış bir şeydir. 14. asır aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin kuruluş asrıdır. Demek ki ilk öğreneceğimiz şey, dünya sistemi temellerini atarken bizim yaşadığımız topraklarda başka bir hayat tarzı kökleşmekteydi ya da neşv ü nema bulmaktaydı. Vatan kavramına bir anlam yüklerken birinci derecede dikkate alacağımız mesele bu. Bugün sistem dolayısıyla yüz yüze geldiğimiz meselelerin temelinde 14. asırda Kapitalizm’in temellerini atıyor olmasına mukabil, yaşadığımız topraklarda Kapitalist olmayan bir hayat tarzının da işlerlik kazanmaya başlaması yatıyor. Bu tasrih edilmiş bir mesele değildir. Çünkü Avrupa’da doğan medeniyet, kendinin ötekisi olarak bizim yaşadığımız topraklarda yürüyen düzeni aldığı halde tavrının göz önüne alınmasına engel olabilmiştir. Bizler Avrupalının ötekisi olan bir toplumun kalıntılarıyız; ama işler Avrupa’nın müstemlekeleştirdiği ülkeler kategorisinde imişiz gibi yürütülüyor.

Bu dünya sitemi, yani Kapitalizm, ilk önce İtalyan site devletlerinde çalışmaya başlamış, merkezini İtalyan site devletlerinden Hollanda’ya taşımış 17. yüzyılda, 19. yüzyılda da merkez Londra’ya taşınmış. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da Newyork’a taşınmış. Bu dünya sisteminin merkez çevre ilişkileri, metropol periferi ilişkileri şöyle düzenlenmiş: Komutlar, talimatlar, emirler, yönergeler merkezden çevreye doğru hareket ediyor. Değerler, kazançlar çevreden merkeze doğru hareket diyor. Yani merkez çevreye ne yapacağını söylüyor, çevre ise merkezi besliyor, zenginleştiriyor. Bugün zengin ülkelerden fakir ülkelere yapılan 1 dolarlık yardım, sene sonunda borç ödemeleri yoluyla 8 dolar olarak dönüyormuş. Yaptığı 1 dolarlık yardımı 8 dolar olarak ödetiyor. Bu işleyiş bugün böyle, fakat baştan beri böyle değildi. Bir süreç yaşandı. Bizi ilgilendiren kısmı şu: Bu sistem kendini süreç içinde güçlendirmekteyken bu sistemin dışında kalan Osmanlı Devleti, süreç boyunca kendini korumaya almıştır. Birisi büyüme yolunda mesafe kat ederken öbürü küçülmeme gayreti göstermiştir. Mukabil bir büyüme çabası göstermemiş, göze de alamamıştır. Ama dünyada eğer bir zıtlık, bir çatışma varsa, o da İslâm dünyasıyla Kapitalist dünya arasındaki yöneliş farkıdır. Dolayısıyla dünyada Türklerin kendi üzerlerine düşen görev konusundaki aymazlıkları, dünyanın alacağı şekli birinci derecede ilgilendiriyor. Ama bu konuda çok olumsuz bir yerdeyiz ve bunun aşılabilmesi için nasıl bir tavır gereklidir ve kimlerle bu iş yapılır, asıl mesele burada.

Türkiye’de bir millet var mıdır? Bunu ciddi olarak sormak lazımdır. Türkiye’de bir millet yaşıyor mu? Bu soruya evet cevabı verilecekse, bu milletin Türk milleti olup olmadığını da sormamız lazım. Türkiye’de bir etnik mozaik olduğunu söylüyorsa bazı insanlar, bu, kısa bir süre sonra buradaki birliğin korunamayacağı anlamına gelir. Bu manada Türkiye’de yapılacak işler olduğunu düşünüyorum. Ama böyle bir şey yapılamayacağını da aklım başımda olduğu için görüyorum. Türkiye’de olumlanabilecek tek hedef “devletin selameti” ise, yapılacak çok az şey kalmış demektir. Ama Türkiye’de eğer bir millet vakıası öne çıkacaksa bunu da nasıl anlamalı ve birbirimizle nasıl anlaşmamız gerektiğini tekrar konuşmak lazım. İşleyen mekanizma şudur: Gücünü toplum üzerinde hissettiren bir örgüt var, bunun adına devlet diyoruz. Ve insanlar bu örgütün kendilerine ne gibi istifadeler sağlayabileceğini düşünüyorlar. Türkiye’de devlete değil de yaşadığımız topraklara yarar sağlamak yolunda bir eğilim belirdiğini ben ömrüm içinde görmedim.

Gene gördüğünüz gibi konuşurken duraklamaya başladım, çünkü günlerden beri kurduğum şeyleri size aktarmakta güçlük çekiyorum. Hâlbuki ömrüm içinde hep şöyle düşünmüştüm: İnsanlar iyi bir sonuç almak için yola çıkmışlar, ben de onlarla birlikte, onlara katkıda bulunarak bir süreç idrak edeyim. Böyle düşünürdüm. Ama bugün geldiğimiz yerde fark ettim ki, insanlar öyle bir iradî kararlılık içinde değiller. İnsanlar bayağı, herhangi bir organizmanın işleyişine uygun bir plan içindeler. Beslenecekler, barınacaklar, ondan sonra da ölecekler. Türkiye’de yüksek kültür beklentisi, yaygın olan bir beklenti değildir. Peki, yüksek kültür ne işimize yarayacak? Yüksek kültür millet olmanın biricik şartıdır. Türkiye bunu bir tedarik olarak yüzyıllar boyunca idrak etmiş fakat bir irade haline getirememiştir. O yüzden tuhaf şeyler oldu, olmaya da devam ediyor. Burada resmini gördüğümüz iki adamdan birisi (Mehmet Akif ve Yahya Kemal), bize İstiklâl Marşı’nı verdi fakat bu ülkede yaşayamadı, öbürü Lozan oylamasında ret oyu verdi ama elçilikler yaptı. Türkiye’de İstiklâl Marşı toplumun dışında duran bir şey. Bunu anlamak mümkün mü bilmiyorum. İstiklâl Marşı’nı Türkiye’den kaldıramıyorlar, böyle bir cesaret yok. Fakat İstiklal Marşı’nın içeriği yasadışı bir şey. Yani Türkiye’de bugün İstiklâl Marşı savunulamaz bir şey. Ama Yahya Kemal’in şiirleri pekâlâ savunulabiliniyor, böyle bir tuhaflık var. Bu tuhaflık aşılabilir mi? Bu tuhaflığı aşma yönünde bir tavır var mı Türkiye’de? Ben görmüyorum. Türkiye’de insanların kendi kimliklerini savunma gereği duydukları kanaatinde değilim.

Öyleyse ne konuşuyorsun diyeceksiniz, evet ben de bu soruyu kendime soruyorum. Fakat ben bu sorunun cevabını verdim sanıyorum. Ben Türk dili ile şiir yazdığım için bencil bir şekilde Türklerin üstünlüğüne oynuyorum. Ama diyeceksiniz ki neresi bunların üstün? İşte zaten mesele orda. Yaşadığımız toplumda İslâm düşmanlarının cüreti artık sınırları aşmış durumda. Ve insanlar Müslümanlıklarını mazur göstermeye çalışıyorlar. Bu durumda ne yapılabilir, hiçbir şey yapılmaz. Ben bir karamsarlığı, bir çaresizliği dile getirmek üzere bir şeyler söylüyorum. Dünya kadar yazı yazdım fakat o yazılarla bir yolun açılması doğrultusunda tavır sergileyen olmadı. Bundan şikâyetçi miyim? Bakmak lazım. Neye bakmak lazım? Türkiye’de siyasi başarı elde etmenin metropolün programını uygulama konusunda kadroların yarışmasına bağlı olduğuna bakmak lazım. Yıllar önce şöyle bir yazı başlığı atmıştım: “Kürt realitesini niçin reddetmemiz gerekiyor?” Bu başlığı niçin attım? Kürtlere düşman olduğum için mi? Hayır. Süleyman Demirel 1980 sonrasında siyasi hayatına devam edebilmek için, siyasi hayatını sürdürebilmek için şu cümleyi sarf etmişti: “Kürt realitesini kabul ediyorum.” Eğer bu cümleyi sarf etmemiş olmasaydı onun önüne siyaset yapmak için hiçbir fırsat konulmayacaktı.

Bunu o biliyordu ve bu fırsatı kullanabilmek için böyle bir cümle saffetti. Daha sonra bütün siyasetçiler bu konuda Süleyman Demirel’i aşan tavır ve sözlerle yer edinebildiler. Bugün Ermeni meselesi tartışılıyor fakat biz Ermeni meselesinin tartışılabilmesi için kimlerin kimlere ne sözler verdiğini bilmiyoruz. O da siyasi kadroların kendi aralarında yaptıkları yarışla alakalı bir şey. Türkiye’de eğer bir millet yoksa yürütülecek hiçbir iş yok demektir. Böyle sabahtan akşama bir millet olur mu? O da sorulması gereken bir sorudur. O yüzden insanların kararlılık gösterecek şeylerin neler olduğunu tekrar göz önüne almamız gerekiyor. Ve ne üzerine kararlılık göstereceğiz? Şimdiye kadar yutulmamış dolma kaldı mı diye sormak lazım. Ben konuşmamı burada kesiyorum. Eğer özel olarak belirtmem gereken bir husus kafanızda varsa o münasebetle söyleyeceklerime devam edeyim.


SORU-CEVAP BÖLÜMÜ

Türk olmanın bize bir sorumluluk yüklediğini söylediniz. Nedir bu sorumluluk?


Türk olmayı seçmek gerekiyor. Türklük ne zaman başlamıştır sorusuna benim verdiğim cevap şu: Cihada gitmeyip de cihat için harcayacakları parayla mescit yapan insanların mescidinde Allah Resulü namaz kılmadı, o mescide girmedi. Türklük o zaman başladı. Türklük dediğimiz şey kan bağıyla açıklanacak bir şey değil, hatta kültürle açıklanacak bir şey de değil. Özel olarak Türk kültürü Türkleri yaratmış değildir. Türklük bir tavırdır. Türklük kâfirlerle çatışmayı göze alan insanların tavrıdır. Küfürle uzlaşmamayı seçen insan Türk’tür. Yani biz başka insanların Müslümanlığına bir şey demiyoruz, ehl-i kıble tekfir edilemez. Fakat Türk dediğimiz kişiler tarih sahnesine kâfirlerle çatışmak suretiyle çıkmışlardır. Kâfirlerle çatıştıkları için insanlara Türk denilmiştir. Haçlı seferleri Müslümanlara karşı değil, Türklere karşı düzenlenmiştir. Türkler Ortadoğu’ya hâkim oldukları için, Musevilerin ve Hıristiyanların yapabilirlik alanlarını daralttıkları için Haçlı seferleri başlatılmıştır. Daha sonra Türkler Anadolu’yu fethederek Hıristiyanların, Avrupalıların, Avrupa’ya sıkışmasına, tıkışmasına yol açmak suretiyle bir yeni dünya şartı ortaya çıkartmışlardır. Bütün bu tarihsel durum ve moda bir tabirle söylersek, Türklerin tarihsel misyonu bugün insanlara sorumluluk yüklemektedir. Ama ben Türk değilim derseniz hiçbir sorumluluğunuz yoktur. Türkleşmek, Müslüman olarak varlığını dayatmak demektir. Bu da göze alınılacak bir şeydir, göze alınarak yapılan bir şeydir. Dolayısıyla sorumluluk gerektiren bir şeydir.

Biyolojik olarak Türk ırkı var mıdır?

Ne kadar güvenilir bilmiyorum ama genetik çalışmalar içinde bugün Türkiye’de yaşayan insanların tamamen Hint-Avrupa genlerine sahip oldukları kanıtlanmış.

Biz kimiz o zaman?

Şimdi Türk konusunda Avrupalılar bizi şartlandırmışlar. Özellikle Museviler. Hazarlar Musevi idiler ve onlar da buna pek bayılıyor. Dünyada millet meselesi ile kavim meselesi birbirinden tefrik edilerek tetkik edilmesi gereken şeylerdir. Bugün dünyada bir İtalyan milleti varsa, bunlar Lombart mı, Etrüsk mü, bunlardan hangisi İtalyan? Modern çağda millet dediğiniz zaman millî bir irade çerçevesinde kendini tanımlayan unsurları kastediyoruz. Mesela genetik olarak Fransızların 35’ten fazla kökeni var. Hiç kimse, ben İspanyol’um dediği zaman Kelt, Arap, Vizigot… bunları söylemiyor. Bütün bunlar İspanya’da iz bırakmış unsurlar. Türklük de bizim burada, Türkiye’de ortaya çıkardığımız bir şeydir. Ne İslâmiyet’ten önce Türklük vardır, ne de tarihteki rolünden soyutlanabilecek bir Türk vardır. Biz soruyu “Türk müsün, gâvur musun?” şeklinde soruyoruz. Eğer aldığımız cevap “ne Türküm ne de gâvur” olursa, cevap verenin bakıma muhtaç olduğunu düşünüyoruz. Tabiî ki bir milletin öncesi var. İngiliz dediğin zaman Norman var, Angıl var, Sakson var…

Ama İngiliz dediğimiz zaman bunların hiçbirini işaret etmeyiz, İngiltere’deki adamı söylemiş oluruz. Nedir bir kavmi kavim, bir ırkı ırk yapan? O ayrıca konumuzun dışında tartışılacak bir şeydir. Bir milleti ne yapar? O tamamen farklı bir şey. Bir milleti toprak yapar. Vatansız bir millet olur mu? Olmaz. Ama şunu unutmayın ki Heinrich Heine şöyle bir söz sarf etmiştir: “Tevrat yanında taşınabilir bir vatandır.” Vatansız bir millet olmaz. Yahudilerin vatanı Tevrat’tır. Ondan sonra da o vatanlarını kaybetmedikleri için İsrail’i kurdular. Ama o da çok köklü bir millî direngeçliğin ürünüdür. İsrail devleti 1948’de ilan edildi fakat İsrail Filarmoni Orkestrası 1936’da kuruldu. Millet için yaşama iradesi her zaman önde gelen bir şeydir. Yaşama iradesi milleti toprağıyla buluşturur. Türkiye bu bakımdan Müslümanlığını ikinci plana attığı andan itibaren millî vasfını kökten kaybedecek demektir. Onun için İslâm’dan önce Türk demek ne manaya gelir, bunu ben bilmiyorum. Şu manaya gelir diye birisi bana söylerse memnun olurum. Bu bir ırkî meseleyse onu bilemem, onu biyologlar aralarında tartışırlar. Ama kültürel bir meseleyse bunun bir alt kültür mü, yüksek bir kültür mü olduğu konusunda belirginlik gerekir. Bizim bu topraklarda Yunus Emre’yle başlayan serüvenimiz bizim millet oluşumuzda eksen ya da omurga vazifesi görmüştür. Bir dile sahip olduk. Bu dil bizim bir yerlerden getirdiğimiz bir dil değildi, burada yaptığımız bir dildi. Tabi ki bu dilin oluşmasında sadece Arapça ve Farsça’nın değil, doğrudan doğruya Aruz vezninin bir dahli var. Böyle bir dil yaptık biz burada. Ya da Allah bize böyle bir dil verdi. Biz millet oluşumuzu bu dilin değerini bilmekle bilinç katına çıkarabiliriz.

“Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir” diyorsunuz, bu tanımı mesela başka İslâm toplumlarından biri benzer duruşu sergilerse bunları Allah üstün yaratmıştır diyebilir miyiz?

Diyemeyiz. Çünkü dünyada millî varlığını dinine ait kılmış tek topluluk Türklerdir. Hıristiyan Arap bal gibi olur. Hele o Kürtler Yahudi oluyorlar bol miktarda, Hıristiyan da oluyorlar. Türk Müslüman’dan başka bir şey olamaz. Bugün Türkiye’de genetik olarak ya da etnik olarak Kürt olduğu halde Alevi olmayan insanlar “Sen Alevi misin?” sorusuna “hayır ben Türküm” diyorlar. Böyle bir tarihsel belirlenmişlik var. Türk demek Müslüman demektir. Eğer Müslüman demek değilse Türklük diye bir şey yoktur.

“Vatan sevgisi imandandır” Hadisi-i Şerifi’ni nasıl yorumluyorsunuz?

Ben başından beri bunu söylüyorum. Burası, bu yaşadığımız topraklar dar’ül İslâm olduğu için vatanımızdır. Burası kimin vatanı dediğin zaman, Müslümanların vatanıdır anlamına gelir. Şu şehir 1453 yılında fethedildiğinde, burayı fethedenler şuurlu olarak, bile bile her yükseltiye, her tepeye bir cami yaptılar. Böylece bu şehrin, nerden gelinirse gelinsin, ister karadan ister denizden, siluetinin kubbe ve minareden oluşmasını temin ettiler. Bunu rastgele, ezbere yapmadılar, bilerek yaptılar. Bu şehir 1453 yılından beri bir İslâm şehridir. Geçmişi Antik Yunan’dan bile eskidir, o başka bir şey. Ama eğer yaşadığımız topraklar dar’ül İslâm değilse, Hıristiyanlar buraların anavatanları olduğunu iddia edebilirler, eğer bu iş kültürel bir tercihe bırakılırsa. Hıristiyanlar ilk defa Hatay’da kendilerine Hıristiyan demişlerdir, Meryem Ana’nın mezarı şurada, Kapadokya dediğimiz yerde sadece kiliseleri değil aynı zamanda ilahiyat fakülteleri var, İznik Konsülü Hıristiyan dünyasının en önemli gelişmelerinden biridir, falan filan… Birilerinin bir yerler vatanı olması lazım. Burası bizim vatanımızsa dar’ül İslâm olduğu için, yani İslâm hükümlerinin burada geçerli olduğunun kabul edilmesi üzerine vatandır. Değilse eğer sahip çıkacak olan çok var.

Sizin dediğiniz gibi bin yıllık bir Türk tarihi yok, 30 bin yıllık bir tarihimiz var. Biz her şeyden önce Türk, sonra Müslüman’ız.

Olur efendim, benim buna bir itirazım yok… Ben diyorum ki; kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir, bundan başka da bir Türk yoktur.

Ben bu konuşmanızdan şunu anladım. Türklükten ancak İslâmiyet’e verilen hizmet ne zaman başlamışsa o zamandan itibaren söz edilebilir. Doğru mu anlamışım?

Bir insan kâfirle çatışmayı göze almamışsa Türk değildir. Allah Resulü buyurmuştur ki: “Benden sonra hilafet 30 senedir, sonrası ısırıcı saltanattır.” Dolayısıyla biz Türklükten bahsederken bu ısırıcı saltanat sırasında Müslümanların kâfirlere galebe çalmasından bahsediyoruz. İslâmî bir ideal toplum düzeniyle kendimizi sınırlandırmak yerine, İslâmiyet’in küfre boyun eğmemekle ancak kendine alan açabileceğiyle hedefinin Türklüğün tarih sahnesinde yer almasına sebep olduğunu söylüyorum. Tabi ki Asya içlerinde bir takım insanlar vardır. Uygurlar vardır mesela. Ama ne zaman ki bu insanlar İslâmî kimlikle tarih sahnesinde yer aldılar, işte o zaman onlara Türk dendi. Mesele bundan ibarettir. Türk olmak, büyük ölçüde, aslında Türk olmayanların Müslümanlara atfettikleri bir sıfattır. Tarihsel durum nedir? Mesele bu. Bugün dünyada yürürlükte olan sistem kendini Türk olarak adlandırmakla yükselir mi, zayıflar mı? Bütün mesele budur?

Dünya sistemi Türk ve Müslüman ayrımını bilinçli bir şekilde mi yapıyor?

Bilinç kirlenmesi diye bir şey vardır. Bugün yalnız Türkiye’de değil dünyanın her yerinde insanların hangi kalıplarla düşüneceği birilerinin derdi. Bu kalıplar Türkiye’de de yerleştirilmiş. Şüphesiz Türkiye’de bu bombardımandan etkilenmiş insanlarla beraber yaşıyoruz. Benim söylediklerimin bir yerlere ulaşmayacağını ben bilerek geldim buraya. Ama acaba birilerinin kafasında bir karışıklık doğar mı, inşallah doğar. Kötü şartlanmalar altındayız.

Durduğunuz yerde kaybetmişlik duygusu mu yaşıyorsunuz yoksa geç kalınmışlık duygusu mu yaşıyorsunuz?

İkisi de değil. Ben uzun yıllar boyunca hüsnü niyet göstermiş olmanın şaşkınlığını yaşıyorum. Ben Türkiye’de yaşayan insanların bu kadar gevşek, bu kadar laçka, bu kadar ‘bu kadar’ olabileceğini tahmin etmiyordum. Anlatabiliyor muyum? Akıl almaz bir topluluk burası. Başına ne gelecekse zaten çekecek.

7. yüzyılda, Saltuk Buğra Han dönemine gitsek ve siz o zamanda yaşasaydınız kendinizi ne olarak isimlendirirsiniz?


Bu çok fantastik bir şey. Bir şeyi anlamaya çalışın. Netlikle ifade ettiğim bir şey var. Dünyada ‘dış Türkler’ kavramı sadece burada var. Şu anda ‘dış Türkler’ kavramı sadece bu ülkede var. Özbekistan’a gittiğiniz zaman dış Özbekler mi diyorlar? Dış Türkmenler, dış Tatarlar mı diyorlar?

Evet, Tataristan dışında yaşayan Tatarlar…

Doğru, ama onlar dış Türkler demiyorlar, dış Tatarlar diyorlar. Ama biz Tatarlara dış Türkler diyoruz. Biz söylüyoruz sadece bunu. Çünkü sadece Türkiye’de Türk olunur. Türk buradaki insanlardır. Öbür insanlar dediğiniz gibi Tatar’dır, Kırgız’dır, Özbek’tir, Türkmen’dir vs. Ama sadece burada Hıristiyanlardan toprak kazanmış insanlar Türk olabilmiştir. Bu topraklarda Müslümanlar yaşadığı için Türk ismi verilmiştir. İlk defa F. Barbarossa ‘Türkei’ demiş Haçlı seferleri sırasında. Sonra Venedikliler bizimle ticaret yaptıkları için ‘Turkia’ demişler. Bakınız: Mevlana Celaleddin-i Rumi, onlar bu toprakları vatanlaştırırken Türklük lâfzıyla pek uğraşmamışlar, yerleştikleri yerin diyar-ı Rum olduğunu söylemişler. Bazı mutasavvıflar biz “Rum abdallarıyız” demiş. Türk ismi, sonradan, bunlar Müslüman’dır diye verilmiş olan bir isimdir. Avrupalılar, Türkiye’yle hiç alakası olmadığı halde kendi içlerinden ihtida edenlere Türk oldu demişler yüzyıllar boyunca. İngilizcede hindiye ‘Turkey’ denilmesinin sebebi, ilk defa onu görenlerin, onu Cezayir horozuna benzetmeleri ve oranın da Türk ili olması yüzünden. Cezayir horozuna benzettikleri için Turkey demişler. Türklükle Müslümanlık bilhassa modern çağda birbirinden kopartılamaz şeylerdir. Ama İslâm’ı bu topraklardan sürgün etmek isteyen kâfirler ilk olarak Türk olunabileceğini pekâlâ da Müslüman olunmayabileceğini bazı kafalara yerleştirdiler. Avram Galanti diyordu ki; “Ben sadece ibadethanede Yahudi’yim, mabedin dışında Türk’üm.” Bu işi onlar gayet güzel yerleştirdiler. Biliyorsunuz Türkiye’de Türkçülüğün babası Moiz Kohen'dir. Bu iş birilerinin işine gelmiş uzun zaman boyunca. Ama bu hala böyle devam edecekse, eder. Ben 61 yaşındayım, kaç yıl yaşayacağım belli değil. Benim bu dünyada kaldığım süre içinde bir sonuç elde etme diye bir derdim yok. Biz millî kimliğimizin dinî vasıflarımızdan kopartılamayacağı, kopartıldığı takdirde ortadan kalkacağı meselesinde gevşeklik gösterirsek zaten battı balık, iyice yan gider.

Öncemizi çok feci bir şekilde attınız. Daha farklı bir gerçeklik imkânı…

Yunus Emre’den sonra Türk’sün, ondan önce bir şeydin tabi, Oğuz olabilirsin mesela, fena değil.

Kâfire karşı tavır koyanlar ırkî olarak Türk olanlar. En güzel elbise İslâm, demek ki bu elbisenin oturacağı bir ırkî hususiyet var. Nasıl Arap dili fevkalade ifade gücüne erişmişse, Türkler de karakter olarak böyle ayrı yaratılabilmiştir. Irkî hususiyetlerimizi İslâm tarihinde marka haline getirebilmişizdir. Siz bunları söylerken bir basamak teşkil etsin diye mi söylüyorsunuz, yoksa hakikaten böyle mi inanıyorsunuz?

Türklüğün herhangi bir ırkî insicam sahibi olduğu kanaatinde değilim. Biz bu topraklara geldikten kısa bir süre sonra herkesle karıştık. Hatta şunu söyleyeyim, Anadolu’nun fethinde Ermeniler Greklere karşı Türklerin yanında yer aldılar. Onların bu uzun süreç içinde ne kadar Türkleştikleri tetkike değer. Burdur’da mesela 5 bin yıl öncesinden kalma kemikler ortaya çıktı. Bugün DNA’ları incelendiğinde Burdur’da yaşayan insanların DNA’sıyla uyuşuyor. 19. yüzyıl biliminin uydurduğu bir şey ırk. Şu anda hiç kimsenin biyolojik olarak da ırktan bahsetmesi mantıklı değil.

Musevilik veya Alevilik Kürtlerin neresinde duruyor? Veya tam tersi.


Valla, Müslümanlık ile Alevilik arasında bir bağ var mı? Şimdi insanlar politik olarak Alevilerin de Müslüman olduğunu söyleyerek işe devam etmeye çalışıyorlar. Eğer Aleviler de kendilerini Müslüman sayıyorlarsa bunda hiç bir sorun yok. Ama bazıları böyle düşünmeyebiliyorlar. Hatta Aleviliğin Şiilikten de farklı olduğunu söyleyenler var. Tıpkı Yahudiliğin anadan geçmesi gibi Aleviliğin de babadan geçtiğine dair bir bilgi var. Mesela Osmanlı toplumunda Bektaşiliğin sonradan Alevi olamamak yüzünden türetildiğine, Sünni kökenden gelip Alevi meşrepli olmanın Bektaşilikle sağlandığına dair haberler aldık.

Bu millet bu kadar kahraman, Haçlı’ya dur demiş, engel olmuş, kovmuş, fakat bugünkü bu sahtekârların yaptıklarına bu millet nasıl oluyor da tepkisiz kalıyor? Bunu öğrenebilir miyim?

Tabi öğrenebilirsiniz, hemen söyleyeceğim. Genel bir kural: Gavurun ekmeğini yiyen gavurun kılıcını sallar. Bu kadar. Müslüman olduklarını söylüyorlarsa biz onlara Müslüman değilsiniz diyemeyiz. Ama Müslüman olmak demek ki kâfir kılığında olmaya mani değil. Onun için Türk olmaktan bahsediyoruz. Türk dediğimiz zaman kâfirle çatışmayı göze alan adam demek. Bu hangi alanlarda olur, nasıl yapılır, bunları göze alan kendi meselesi haline getirir. Diğerlerinin böyle bir meselesi olduğunu sanmıyorum. İnsan olmakla da alakalı bir şey bu. Eğer sen ağzını yiyeceğe götürüyorsan, zaten insan olarak şerefini kaybetmişsin demektir. İnsanın şerefi yemeğini ağzına götürmesindedir. Ağzını yemeğine götürmesinde değildir. Onun için Avrupa Birliğine gireceğiz, karnımız doyacak diye düşünüyorsa insanlar, ağızlarını yemeğe götürüyorlar demektir. Türkü’n aklı kaçarken gelirmiş, tabi devamı da var biliyorsunuz. Kaçmıyoruz bile. Onun için aklımızın gelme ihtimali şimdilerde yok.

Ülkemizde Türklük kavramıyla ilgili kavram kargaşası halledilememişken, İslâm dünyasına bunu sunduğunuz zaman, bundan bir fayda bekliyor musunuz?

Belçika’da bir Türk köyü var. O köye niye Türk köyü demişler biliyorsunuz değil mi? Belçika krallığı bir vergi koymuş. Bu köylüler de biz vermiyoruz bu vergiyi demişler. Krallık demiş ki nasıl vermezsiniz, siz Türk müsünüz? Onlar da evet biz Türk’üz demişler. O zamandan bu yana orası Türk köyü. Ve adamlar Müslüman da değil. Ama gördüğünüz gibi kâfire direnmek Türklüğün ön şartıdır. Hem kâfire boyun eğeceksin, hem kâfire köpeklik edeceksin, hem de Türk’üm diyeceksin. Bu akıl alacak bir şey değil. Onun için tabiî ki Malezyalılar da Türk olacaklar, Afrikalılar da Türk olacaklar. Türklük budur.

Özellikle Osmanlı Devleti sırasında Hıristiyanlar kendi aralarındaki zıtlaşmaları Türklüğe bulaştırdılar. 1526 yılı Mohaç zaferi. Mohaç’ta Macar ordusu yenildiği zaman bütün Avrupa Hıristiyanlığın son kalesi, son kalkanı düştü dediler. Ve ondan sonra da kara kara düşünmeye başladılar ne yapacağız diye. Ciddi şekilde –bunu Montaigne’den öğreniyoruz- Amerika’ya taşınmayı düşünüyorlar Türkler gelecekler diye. Ama 1571 yılında İnebahtı’nda donanma yok edilince, Avrupalılar Türkler yenilebilirmiş düşüncesine ilk defa o zaman ulaşıyorlar. 1453’te Bizans ortadan katlığı zaman, yeni bir çağ başladı dedikleri zaman, bu şehirdeki Ortodoks Hıristiyanlar “Türklere müteşekkiriz, çünkü bizi laik ve Katolik olmaktan kurtardılar” demişler. Türklerin kurdukları ve işletmekte oldukları devleti kendi devleti saymışlar. Buna Ermeniler de ilave oldular. Dünyada yenilmez güç Türk gücü kaldığı sürece bunlar Grek ve Ermeni unsurlar, Katolik dünyasına karşı kendilerinin buralı, ülkelerinin burada Türk koruması altında olduğunu ve baskın olanların kendileri olduğunu kabul ettiler. Ama terazinin kefesi öbür tarafa ağdığı zaman, dünyanın yenilmez gücü Türkler değil de Avrupalılar olduğu zaman, işte o zaman buradaki Grek ve Ermeniler yeni efendilerine oynamaya başladılar. Türkiye’de bugün ciddi bir Katolik Ermeni cemaati var. Çünkü Gregoryen Ermeniler hiçbir Hıristiyan otorite tarafından himaye edilmiyordu. Ermenilerin bir kısmı kitlevî olarak Katolik oldular ki Fransa, İtalya tarafından himaye görebilsinler. Nerede? Bu ülke içinde. Yani meseleler ciddidir. Siz benim heyecana kapılarak ya da bir fantezi yaratmaya çalışarak bunları söylediğimi sanıyorsanız büyük bir hataya düşmüş sayılırsınız.

Çok pratik, sonuç almaya yönelik bir şey söylüyorum: Türkiye’de bir tek millet vardır. Bir tek etnisite vardır Türkiye’de. Bu etnisite varlığını tarihsel anlamından alır. Kürtler, burası dar-ül İslâm olmadan önce de Müslüman olarak burada idiler. Ama burası dar-ül İslâm olduktan sonra Kürtler de bir vatan sahibi oldular. Grekler ve Ermeniler de Türklerin üstünlüğü yüzünden vatan sahibi idiler. Onlar da diyorlar ki, burası bizim vatanımız, neden? Çünkü Türkler yukardaydı. Kime karşı? Küffara karşı. Türklerin hesabı görülecek meselesi dünyanın gündemine geldiği zaman, (nedir Şark meselesi? 3. Selim’den bu yana Avrupa bu devletin ortadan kalkacağını fakat ortadan kalktığı zaman doğacak problemlerle baş edemeyeceklerini düşünerek işlerine vaziyet ettiler.) “Efendiler, kollarımızda ölümcül bir hasta var” diyen Rus Çarı’dır. 1. Dünya Savaşı başladığı zaman Avusturya-Macaristan imparatorluğu ve Fransa aralarında bu savaşı bitirelim, İstanbul’u Ruslara verelim ve fazla kayıptan kurtulalım şeklinde bir anlaşma yapmışlar. Talat Paşa hatıralarında diyor ki “Biz savaştan sonra topraklarımızın Avrupalılar tarafından paylaşılacağını biliyorduk, onun için bütün gayretimizle savaşa girmek, bilhassa İngilizlerin yanında savaşa girmeye çalıştık. Ama İngilizler de savaşı kazanacaklarını bildikleri için asla yanaştırmadılar bizi kendilerine.” Ondan sonra hasbel kader belki Almanlar kazanırlar savaşı diye onların yanında girdik savaşa. Hatta bunda bir İngiliz komplosundan bile söz edilir. Yani mağlup olacak tarafta yer almaları ve sonunda işlerini görmek için. İngiliz kuvvetleri Filistin’e doğru ilerlerken Viyana’dakiler düşmanları Müslümanların, Türklerin üzerinde hâkimiyet sağlıyorlar diye bayram ediyorlardı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu İngiltere ile savaş halinde. İngilizler Filistin’e doğru ilerliyor ve bir anda bayram ediliyor. Savaştan sonra Feldmareşal Allenby, Selahaddin Eyyübi’nin mezarının başına gelip ayağıyla vurdu ve “Yine geldik Selahaddin” dedi. Yani bu iş öyle abur cubur bir iş değil.

Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa’ya problem çıkarmama vaadiyle kurulmasına izin verilmiş bir devlettir. Onun için yetki sahibi herkes mafevkinden korkuyor. Ve biz bütün cumhuriyet tarihimiz boyunca önümüze hedef koymadan yaşamış bir toplumuz. Gelin el ele verelim şu meselenin altından kalkalım dediğimiz hiçbir şey yok. 1925’te Türk-Sovyet saldırmazlık paktı imzalanmış. Dediler ki hiç olmazsa bir tarafı garantiye aldık. Bu anlaşma on senede bir taraflar itiraz etmediği sürece yenileniyordu. 1935’te yenilendi. 45’te ise Ruslar dediler ki biz anlaşmayı yenilemiyoruz. Neden, çünkü siz yanımızda savaşa girmediniz. Akabinde Stalin Kars ve Ardahan’ı geri istedi, çünkü 1878’den Kazım Karabekir oraları tekrar alıncaya kadar oralar Rus toprağıydı. Ve boğazlar üzerinde kontrol hakkı istedi Stalin. Bunun üzerine ne yaptı Türkiye’yi yönetenler, kendilerini NATO’nun kollarına bırakabilirlerse devletlerini kurtarabileceklerini düşündüler. Gerçekten de düşündükleri şekli olarak en azından gerçekleşti. 52 yılında girdik NATO’ya. Ne oldu? Böyle bir hayat yaşadık.

80’li yıllarda bir NATO tatbikatı sırasında bir Türk gemisinin başına ne geldi? Ağır bir hasar! Özür dilediler falan filan. Şimdi çok daha zor bir durumdayız, devlet olarak da, millet olarak da. Ama hala insanlar bir millet olmaktan bahsetmiyorlar. Hala acaba ne yapsak da postu kurtarsak diye düşünen devlet yetkilileri var. Ve insanlar burada yaşayan toplumun geleceği konusunda hiçbir endişe duymuyorlar. Türkiye’de insanlar Kanada, Almanya, İngiltere vatandaşlığı edinmiş olmayı bir başarı sayıyorlar. Hiç kimse utanmıyor bu yüzden. Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti kimliği sahibi olmak, başı dik olmanın bir ön belgesi değil. Bir şey yapılacaksa Türkiye’de bunu kim yapacak? Bunu ancak bir millet yapabilir. Devletin yapamayacağını görüyoruz, devlet yapamıyor. Bunu millet yapabilir. Millet yoksa battı balık yan gider. Balık battı, yan da gidiyor aslında, ama bir şekilde acaba bir imdat var mı? Bunu insanların düşünmesi lazım. Ama düşünmüyorlar hiçbir şekilde. Alınan hiçbir tedbir, çıkartılan hiçbir yasa, Türkiye’nin devlet olarak da, millet olarak da ortadan kalkmasını önleyici vasıf taşımıyor. Hala dünya sistemine intibak ettiğimiz takdirde dünya sisteminin bize bir kıyak geçeceğini varsayarak yaşıyoruz. Ve bu kıyağı hiç kimse geçmeyecek Türkiye’ye. Gözümüzün içine baka baka alay ediyorlar bizimle. Ve biz de ne yapıyoruz? Yeter ki bir şeyler uzatsınlar bize…

Böyle bir geleneğimiz var. Osmanlı Devleti 17. asırdan itibaren yeni bir atılım endişesi taşımaksızın durumun muhafazasını, kayıpların asgariye indirilmesini öngördü, başka hiçbir şey yapmadı. Yani Osmanlı Devleti’nin 17. asırdan beri yaptığı, ne kadar elde tutabilirsek, ne kadar az kaybedersek iyi. Hiç kaybetmeyelim gibi bir ihtimale oynayan yok. Yeni bir gelişme için bir şey başlatalım, bu da yok. Dikkat edin, hiçbir kurumun ömrü 10 seneyi aşmıyor 300 senedir. Bir şey kuruyorlar, ondan sonra da olmadı yenisini kuruyorlar. Bunu bilhassa da eğitimde böyle yapıyorlar. Modern eğitim, Avrupaî eğitim her 10 senede bir kalite düşürülerek yenilendi. Bunun da çok net bir açıklaması var. Türklerin düşmanları, Türklerin içinden kâfirin karşısına, “Sen de kim oluyorsun?” diyecek adam çıkartmak istemiyorlar. Eğer Türkiye’de eğitim düzeyi yüksek olursa, illâ İslâmî ilimlerin öğretilmesi söz konusu değil, neyse öğretilen şey onun hakkı verilirse, sonuçta bu insanlar da aptal değiller, hatta tam tersine genetik çeşitlilikten dolayı Türkiye’de zekâ seviyesi dünya ortalamasının üstündedir, Türkler kendilerine zarar verenlere hadlerini bildireceklerdir. Ama bu ülkede eğitim görmüş insan hiçbir işe yaramıyor. Neden yaramıyor? Çünkü biz ahlaken sağlam bir yerde değiliz.

Ahlaken teslimiyetçi, eyyamcı ve ihanete meyyaliz. Arkadaşını satarak yükselmeyi düşünen bir ahlaki atmosfer içindeyiz. O yüzden bizden bir şey çıkması ihtimali çok zayıf. Ama ben de önceden söylediğim gibi, şair olduğum için, bir Türk çıksa karşımıza ve bizi biz olarak yükseltse diyorum. Yoksa yükselmeyi Amerika’da tahsil etmek, Amerikan firmalarının temsilciliğini yapmak olarak anladığınız zaman, işte o yükselmenin sonuçlarını bulacağız, uzak değil. O yüzden Türkiye’de bir şey olması lazım. Bir şeyin tomurcuklanması lazım. Kim yapacak bunu? Peçenekler mi yapacak? Nah yaparlar!.. Türklük bir direniş ve atılım ve gerektirir. Direnmek için varlığının toparlanması lazım. Siz dünyada bir müdafaanın dağılarak yapıldığını gördünüz mü? Dağılarak yapılan şey taarruzdur. Müdafaa toplanarak yapılır. Böyle bir şey yok, bir toparlanış yok Türkiye’de. İnsanlar ne kadar çok çeşitlilik olursa o kadar iyidir fikrine saplanmışlar.

Bir televizyon konuşmanızda şöyle demiştiniz. “Irak cetvelle çizilmiş. Ama Türkiye öyle kurulmadı.” Şimdi tersini söylüyorsunuz gibi geldi bana.

İstiklâl Harbi bir şeydir, İstiklâl Harbi’nin sonuçları başka bir şeydir. Anlatabiliyor muyum? “O ezanlarda ki şahadetleri dinin temeli” diyor İstiklâl Marşı, 1932’de…

Türkçe ezan okutuluyor.

Ona ezan mı diyorsunuz?

Zannetmemek, yanlış anlamamak için soruyorum, Türkiye’de cemaatler var, içlerinde gayet iyi niyetle çalışan insanlar var. Bence o tomurcuklanma başladı.

Ben göremiyorum bunları. Demek siz görüyorsunuz. Ben Türkiye’de bir duruş gösteren bir zümre ile muhatap olmadım şimdiye kadar.

Surat asan da yok, bayrak asan da yok!

Bu vesileyle onu da söyleyeyim. Bizim bayrağımızın sembolü olan ay yıldız Orta Asya’dan getirilmemiştir, Kâbe’den de getirilmemiştir, bu toprakların malıdır. Biz hilâli İslâm dünyasına armağan eden milletiz. Hilâl Türker’in işaretidir. Ve Türkiye Türklerinin, öyle Peçeneklerin falan değil.


Türklerin üstün yaratılışının sebebi nedir?

Türklerin üstün yaratılışının sebebi şudur. Allah Resulü ufka gözlerini dikerek “Gelecekteki kardeşlerimi özlüyorum” demiştir. İşte benim yorumuma göre Allah’ın Türkleri üstün yaratmasının sebebi Resulullah’ın bu hasretine bir cevaptır. Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir demek suretiyle Türklerin bir takım düşük kalitede insanların iyi niyetli kabul edilme tuzağına düşmelerini önlemeye çalışıyorum. Çok mu karışık oldu? Yani Daniel Cohn-Bendit ya da Etyen Mahçupyan bana talimat verebilecek nitelikte değil. Bunu anlatmaya çalışıyorum.

Sizin anlattığınız şekliyle Türklük vasfını taşıyan insanlar bu topraklarda yok. Eğer bu topraklarda Türk yoksa burası Türkiye olarak tanımlanmayı ne kadar hak ediyor? Eğer hak etmiyorsa bu bir çelişkidir, siz bu çelişkiyi bir türlü ifade edemediniz. Hatta ifade etmediğiniz bu çelişkiye sarılarak bir tanımlama yapmaya çalıştınız. Ben bunu bir çelişki olarak görüyorum.

Bu işler böyle boyacı küpü gibi daldırıp çıkarmakla olmuyor. Onun için biraz düşünürsen sorunun cevabını kendin bulacaksın.

Bir kavramlaştırma çabasındasınız. Yani adam kafire kafa tuttuğu için ona Türk diyorsanız ve Hz. Adem’e Türk demiyorsanız Türk olmak için öncelikle Müslüman olmak şartını izah edemeyeceğiz…

Bir kere bir şeyi anlamaya çalış, anlamamaya çalışmak ta hoş bir şey tabi. Bakın ben bazı şeyleri yazarken de, konuşurken de, dilime geldiği gibi, kalemime geldiği gibi yapmıyorum bir işi. Mesela ‘kafa tutmak’ ifadesini kullanmıyorum, ‘kâfirle çatışmayı göze almak’ diyorum. Adam çekmiş kafayı, kafa tutuyor, böyle bir şey yok. ‘kâfirle çatışmayı göze almak’ demek, kâfirin zaten senin üzerinde bir baskı kurmaya çalıştığını fark etmek demektir. Zaten bunu fark etmeyen değildir. Çatışmayı göze almak gibi bir şeyle alaka kuramaz. Dediğim gibi, anlamamaya çalışmak hoş ama anlamaya çalışmak daha hoş. Anlamaya çalışın, anlamak Adem Yılmaz’la yaptığım mülakatta şunu söyledim: Anlamak iki türlüdür. Bir, anladığınız için ondan yana olursunuz. İki, anladığınız için ona hâkim olursunuz. Siz bu ikisinden birini seçin. Ama üçüncü bir anlamayı ben bilmiyorum. Ne ondan yana olacaksınız, ne ona hâkim olacaksınız. Böyle anlamak olmaz.

Ben büyük bir ümitle bu toplantıyı kabul ettim. İnsanlar toplanacaklar, beni dinleyecekler, bir şey anlamaya açık olduklarını belli edecekler ümidini taşıdım ve ümidim kırıldı. Bu sürpriz bir şey değil. Bu benim senelerden beri yaşadığım bir şey. Bir konuşmayı yaparsınız, ondan sonra öyle sorular gelir ki, sizin o konuşmayı niye yaptığınız…


Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.

© www.ismetozel.org

Comments