İsmet Özel: Allah Türkleri Üstün Yarattı

İsmet Özel: Allah Türkleri Üstün Yarattı

Söyleşi: Adem E. Yılmaz


Muhalif duruşu gerçekçi olma inadıyla pekişen, mümkün olanla yetinmeyen ve imkânsızı iştahla isteyen İsmet Özel, Türklük meselesinden Türk zekâsına, Akif’in Türklüğünden Londra’da açılan Türk sergisine ve Türkiye’nin Hıristiyanlaştırılmasına kadar pek çok konuda çarpıcı açıklamalar yaptı. Durduğu yerin durulması gereken yer olduğunu belirten Özel, ısrarla “Türkiye’nin niçin bir ‘İstiklâl Harbi’ yaptığını yeniden düşünmesi” gerektiğinin altını çiziyor.



“Tehlike” nedir?

İsmet Özel: Tehlike yarım kalmasından korkmaktır. Eğer Heidegger dolayısıyla dilimize takılan Hölderlin’in sözleri üzerine bir şeyler söyleyeceksek, kurtuluşun bedeli olarak da tehlikeden bahsetmek mümkün. Ama kurtulmaktan ne anlıyoruz, onu da tekrar düşünmek lazım. Belki öğrendiğimiz şeylerin gerçekten neye değdiğini fark ettikten sonra hem kurtulup kurtulmama derdi doğuyor, hem de öğrendiğimiz şeylerin neye değdiğinin, bize kaça patladığı konusunda da bir dert doğuyor belki de. Günlük hayatımızdaki karşılığı hemen fark edilmeyen sözleri belki daha sonraki sorularında anlatırım, açıklama fırsatı bulurum belki.

Şiir Okuma Kılavuzu’nda “Benim görevim tanıklıktır” demiştiniz. Tanık üç kez yer değiştirdi. Durduğunuz yerden rahatsız olmanızın sebebi, tanıklığınıza tanıklık edecek insanların kalmaması mıydı? Yoksa tanık hep aynı yerdeydi de tepenin eteğindekiler mi yer değiştirdiler?

İsmet Özel: Dünya hayatı dediğimiz şey eğer hiçbir fayda istihsal etmeden geçen bir süre ise, o manada dünya hayatı dolayısıyla bir tanıklık da gereklilik. Demek ki tanıklığın gerekliliği, elde edilen ya da istihsal edilen faydayla alakalı. Yani ben dünyada bulunmaktan faydalandığım nispette tanıklık edebildim. Dolayısıyla faydanın hem miktarı, hem de türü değiştikçe tanıklığın şekli de belki değişmiş oldu. Ama dediğim gibi, dünyada bulunmaktan elde edilen faydadır esas olan. Dolayısıyla bu, benim dışımdaki insanların dünyada bulunmaktan ne fayda temin ettikleri konusundaki anlayış farkı, benimle onlar arasındaki farkı doğuruyor sanıyorum.

Bir yazınızda “Tam anlamıyla anlaşılmak, anlayanın anlaşılanda anlaşılmaya değer bir şey bulmamasına varır.” demiştiniz. Hem anlaşılmamaktan şikâyetçisiniz, hem de tam anlamıyla anlaşılanda, anlaşılmaya değer bir şey bulunamama tehlikesinden bahsediyorsunuz. Sizi tam olarak anlamayanlarla anlaşıyorsunuz o halde.

İsmet Özel: Anlamayı iki kategoride göz önüne almak gerektiğini düşünüyorum. Birisi, yanında olmak. Diğeri onu fark etmek. Dolayısıyla ben “kimse beni anlamıyor” ya da böyle bir şey dediğim zaman, yanımda kimse yok, demiş oluyorum. Ama tamamıyla anlaşılmak istemiyorum dediğim zaman da, birinin gözlem malzemesi olmaktan hiç hoşlanmadığımı söylemiş oluyorum. Dolayısıyla bunlar birbiriyle çelişen yaklaşımlar gibi görünmelerinin sebebi, anlamaktan iki ayrı şey anlamamız, anlamaya iki anlam yüklememizden doğuyor. Dolayısıyla hem anlaşılmak istiyorum, hem anlaşılmak istemiyorum.

Özellikle üzerine konuşmak istediğimiz Ankara konferansınız. Kimse İsmet Özel’den bu kadarını da beklemiyordu. Konuşmanın ana başlığını kastediyorum: “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” Gerçekten üstün mü yarattı?

İsmet Özel: Şimdi bu cümleyi doğru anlamak için, o cümleyi oluşturan unsurların doğru anlaşılması lazım. Bir; yaratma, Allah’ın bir kez yapıp bıraktığı bir şey değil. Bunu Kur’an-ı Kerim’den bütün açıklığıyla anlıyoruz. Putlardan bahsedilirken, hep yaratılıp durmaktadırlar denilir. Yani sadece Allah’ın yarattığı şeyler olmakla kalmamakta, hep yaratılıp durmakta olan şeyler olduklarını biliyoruz. Demek ki yaratma dediğimiz şey bir süreklilik aynı zamanda. Allah şu milleti şu milletten üstün yarattı dediğimiz zaman, o milletin yol haritası, o milletin yürüyüş temposu, o milletin istikameti de söz konusudur. Dolayısıyla “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” cümlesinin içinde, Türklerin üzerinde diğer bütün milletlerden daha büyük bir yük var manasına da gelir. Türklerin gidiş yolu, diğer milletlerin gidiş yolundan daha kritik, daha dikkate değer ve ihtimama değer bir şey. Şimdi “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” dediğimiz zaman, gidilen yer konusunda bir ehemmiyeti anlamamız lazım. Bir gidiş söz konusu olduğuna göre bir geliş de söz konusu. Yani insanın gelmesi olmasa gitmesi de olmaz. Dolayısıyla benim iddiam o ki, Türklerin tarih sahnesine çıkışları Müslüman oluşları münasebetiyledir. Tarih sahnesinde Türklerden bahsederken Müslüman bir unsurdan bahsediyoruz. Hatta ilk Müslüman kavim olarak gene tarih sahnesinde yer alan Arapların, bir bakıma enerjilerinin İslam’ı etkin bir yaşama biçimi olarak teklif etmede yetersiz kaldığı bir döneme rastlıyor Türklerin tarih sahnesine çıkması. Yani bir bakıma bayrağı devralan bir kavim Türkler. Tarihteki yeri ve işlevi birleşen bir kavim olarak Türkler, Araplardan da üstün bir konumdalar. Çünkü tarihe çıkışları Müslümanlıklarıyla hem eş zamanlı, hem eş değerli. O yüzden Arap kavmi pekâlâ İslam dışı vasıflarıyla da dünyada anlamlı kabul edilebileceği halde Türkler için durum böyle değil. Türklerin Müslümanlığını al ellerinden, onları arayıp bulamazsın bile. Çünkü Türklük hem bir ırki vasıf değil, hatta kavmi bir vasıf bile değil, çünkü adına sadece Türk denen bir Türkî kavim modern çağda ortaya çıkmış bir şey. Diğerleri işte en çok Türk kelimesine yakın olan Türkmenler. Diğerleri hiç Türk’le alakalı değil. Kırgız, Uygur, Çağatay yok bilmem ne… Azeriler ise Oğuzlukları dolayısıyla Türkiye Türkleriyle en yakınlar, dilleri de en yakın. Yani karşılıklı konuştukları zaman bir birlerine tamamen bigane kalmayacak iki tip oluşturuyorlar. Ama gene de bizim konuştuğumuz Türkçeyle Azerilerin konuştuğu Türkçe, ona zaten Türkçe demiyoruz, ona Azerice diyoruz.

Azeri şivesi…

İsmet Özel: Bunlar politik şeyler, öyle bir Türk birliği kabul etmek zorunda kaldığımız için biz Azeri Şivesi demek zorunda kalıyoruz. O zaman Almanca ile İngilizce arasındaki ilişkiye ne diyeceksiniz? İngiliz şivesine İngilizce mi diyoruz? Ya da Latince’nin İspanyolca, İtalyanca, Fransızca şivesi mi oluyor, yoksa bunlar ayrıca diller mi?

Türklerin İslamiyet’i görev olarak kabul etmeleri, bu görevi yürütebilecek yetenekte kendilerini görmeleri, kendilerinde olan bir şey mi, -yani doğuştan gelen bir vasıfları mı var-, yoksa bu görevi üstlenmeyi göze alabilecek iradeyi gösterdikleri için mi sorumluluk üstlendiler.

İsmet Özel: Bu cevap verilemeyecek bir soru. Çünkü Müslüman’ı Türk’ten ayırmak mümkün değil. Biliyorum ki kitaplarda böyle tasnifler var. İslam’dan önce Türkler diye bir tabirden bahsedenler var. Fakat bu çok indî bir şey. Benim anlamlandırabileceğim bir şey değil. Bugün, şu anda üzerimizde oynanan oyunlarla çok alakalı bir şey. Şu anda Londra’da bir sergi olduğunu bütün kitle iletişim araçlarından öğreniyoruz. Ve bu kitle iletişim araçlarından öğrendiğimiz sergi, Türklerin bin yılını kaplıyormuş. Bu da 6 ile 16. yüzyıl arası miladi olarak. Bu büyük bir sahtekârlık, büyük bir zulüm. Ama insanlar bu zulmü bayıla bayıla çekiyorlar. Çünkü kendileri kirli yaratıklar. Neden? Bir kere 6.yüzyıl nerden çıkmış. Bunlar saçma sapan şeyler. Bütün bunlar İslam’la Türk’ü ayırmak ve ikisinin de hesabını böylece görmek tezgâhının parçaları. Bir kere dünya Türk’ü Ortadoğu’ya hâkim olan bir güç olarak, Ortadoğu’da gayr-ı Müslimlerin hayatını daha dar alanlarda sürdürmeye icbar eden bir güç olarak tanır. Türklüğün başlangıcı bu. Bu yüzden de Haçlı Seferleri dediğimiz şey oldu. Yani onlar bana böyle bir başlangıç sunsalardı bir mana ifade ederdi, ya da kendileri için de bir şey olurdu. Ama bunu özellikle gözden kaçırıyorlar, saklıyorlar, o da modern Avrupa’nın Türk gölgesi altında kurulmuş olmasıdır. Türk eşittir Müslüman olması hesabıyla. Yani Haçlı Seferleri’nin başarısızlığı, Haçlı Seferleri’nin İbrani-Hıristiyan dünyaya açılım temin etmeyiş netice itibariyle, Avrupa kıtasına gayr-ı Müslim itibar alanı vasfını kazandırmıştır. Öyle bir şey ki, Avrupalılar Türkler sebebiyle Avrupa’ya sıkıştırıldılar, hatta tıkıştırıldılar.

Türklerin Avrupa kıtasını öteye itmesi, harekete geçirmesi, bir bakıma onları modernizmi oluşturmaya mecbur kıldı. Tarih felsefesi açısından bu ne ifade ediyor? Aynı Türklerin bir zamanlar ötelediği hayat biçimine bugün öykünmesini nasıl izah edeceksiniz?

İsmet Özel: İkisi arasında büyük fark var. Son sorduğundan başlayacak olursak, burada problem iktidar problemi. Şimdi iktidara sahip olanlarla bir hayatı mümkün kılanlar arasında mutlaka bir mutabakat olması şart değil. Osmanlı Devleti bir yanıyla, hâkim olunan topraklarda bir İslami hayat tarzı üretirken diğer yandan da dünyada güç temsil etme özelliğini de taşıyorlardı. Yani Osmanlı Devleti’yle Osmanlı Devleti’nin nüfuzu altındaki insanları aynı kategoriye sokmamak lazım. Birbirinden farklı şeyler. O kadar farklı ki, biri ortadan kalktığı halde diğeri iyi veya kötü varlığını devam ettiriyor. O anlamda o tarihsel bir hadise. Osmanlı Devleti’nin temelinde gaza var. Gaza, Hıristiyan hâkimiyetine karşı, fakat o hâkim unsurun da ikiye bölünmesi mümkün. Bir hükümet edenler, bir de hükümet edilenler. Osmanlı Devleti’nin mayasındaki gaza sırasında Hırıstiyan unsurun hükümet edilen kesimi de gazaya destek olan bir tavır takındı. Şöyle diyelim; Ermeniler Hırıstiyan oldukları halde, Doğu Roma’yla tam uzlaşmaları olmadığı için, Doğu Roma’nın elinden toprakların kaybedilmesi sürecinde gazilerle dayanışmaya girdiler. Bu bir yönü. Diğer yönü, Grekler yeni yükselen İslam gücünün karşısında duran ve yanında yer alan olarak ikiye bölündüler. Dolayısıyla daha Orhan Bey’in karısının Nilüfer Hatun olduğunu düşünürsen, bir Grek, çok önceden başlamış bir karışma bu. Hele İstanbul alındıktan sonra iş büsbütün yerine oturdu. Osmanlı Devleti bir Doğu hâkimiyetini temsil etti, bu hâkimiyet sadece Doğu topraklarına tasarruf edilmesi anlamını taşımıyordu, aynı zamanda yüksek bir standardı da temsil ediyordu. Yani dünyada 15.yüzyılda daha parlak bir alan yoktu. Dolayısıyla Batı’ya karşı, Ortodoksluk ve Gregoryenlik dolayısıyla Roma’yla problemleri olan yerli gayr-ı Müslimlerin kendilerini Batı karşısında hem daha güvenli, hem daha gösterişli pozisyon elde etmeleri işi değiştirdi. Hem Avrupalıları Avrupa’ya sıkıştırmaktan bahsediyoruz, hem de bir süre sonra Avrupa’ya özenir hale geldik durumu, iktidar tahterevallisinin inip kalkmasıyla alakalı bir şey. 1571 yılına kadar Türklerin yenileceği düşünülmüyordu, yenilemez kabul ediliyordu. Ama İnebahtı’dan sonra Türklerin yenilebilirliği mümkün görülünce o zaman İstanbul’a destek veren yerli gayr-ı Müslim unsurlar, anasır, istikballerini Batı’da aramaya başladılar. Dolayısıyla bu büyük ölçüde bir kuvvet ve kuvvetin aletleri olarak anlaşılması lazım. Bugün de Türkiye’nin bizzat kendisinin büyük bir gücün aleti olmakla istifadeye talip olması bir problem.

Türk zekâsı kapitalizme alternatif bir hayat tarzı üretebilecek zihinsel bir erginliğe sahipti ve onlara dünya Müslümanlarının halifeliğini yaptırdı. Kapitalizmin yanıbaşında onların hayat tarzının çok ötesinde bir yaşam biçimi inşa eden Türk zekâsına, bugünkü duruma bakarak, bir halel geldi diyebilir miyiz?

İsmet Özel: Şimdi zekânın kendini mahveden tarafı tabi ki gurura kapılması olabilirdi. Nitekim öyle oldu. Türkler kendi icat ettikleri hayat biçiminin hem aşılamayacağına hem de daha iyisine varılamayacağına inanarak yaşadılar birkaç yüzyıl. Bu onların mahvına sebep oldu. Ama bu kadarla kalmadılar, daha doğrusu işin bütün çürük tarafı gururdan ibaret değil. Bir de aslında dinle olan ilişkisindeki sıhhatsiz tarafı var. O da bir kez dünyadaki imkânları iyi kullanma becerisini yakaladığını düşündüğü sırada o Türk zekâsı, aynı zamanda da bu işlettiği düzenin İslamî temelleri konusunda da kulağının üstüne yattı. Dolayısıyla Batı’dan kuşatıldığı zaman kendini yenileyebilecek çareler bulmakta yetersiz kaldı. Çünkü o çareler aynı zamanda çarkın parçalanması anlamına geliyordu. O yüzden bugün de aynı derdi çekiyoruz.

Osmanlı döneminde Türk zekâsının alternatif bir hayat tarzı öne sürebilmesini sebebi acaba…

İsmet Özel: Alternatif bir hayat biçimi yok, kendisi zaten tek alternatif. Ben aynı görüşte değilim. Kesinlikle Osmanlı toplum düzeninin günümüze yansıtılabilecek özellikler taşıdığını sanmıyorum. Hiç yararlanılamaz mı? Elbette, hatta benim sanayide tımar sistemi yapılabilse tarzında yazılarım var. Bunun için yepyeni bir sayfa açılması lazım. Ve millî bir kalkış yaşanması lazım.

Batı’yla Doğu arasındaki savaşın kendi zihinlerinde cereyan etmesi mi Türklerin zekâsını mümbit kıldı?

İsmet Özel: Batı’yla bir savaş verildiği görüşünde değilim. Tam tersine Batı zaten burası. Burası zaten diyar-ı Rum. Kimle savaşacak, savaşan onlar. Türk yükselişine karşı bir önlem almaya çalışan Avrupa. Buradakiler birine yetişmeye çalışmıyorlar.

Dünya sisteminin kendisini en çok sorunlu hissettiği yer Türkiye ve Türkler midir?

İsmet Özel: Bunlar hayali şeyler, böyle bir soruya cevap veremiyorum. Yani bir ‘Dünya Sistemi’ var fakat bu dünya sisteminin muhalifleri arasında Türk varlığı söz konusu değil. Elbette Dünya sisteminin ortadan kaldırmak istediği ülkelerin başında Türkiye geliyor. Ama bu “hayır ben ortadan kalkmayacağım” diyen bir Türk iradesi belirginleşmediği müddetçe üzerinde konuşulacak bir şey değil. Şu anda Türkiye, Dünya Sistemi’nin kendisine uyguladığı neyse, onun kolaylaştırılmasıyla meşgul. Yani bu durumda Dünya Sistemi ve Türkiye ilişkilerini konuşmak manasız bir şey.

Biraz önce bahsettiğiniz Türk sergisi, Dünya Sistemi’nin Türk kavramının içini boşaltmak, onu farklı alanlara çekmek istemesiyle mi ilgili?

İsmet Özel: Biraz önce söylediğimi gibi, Dünya Sistemi’nin Türkiye için planladığı şeyleri kolaylaştırmak için Türkiye’den de bir el uzanıyor. Türkiyelilik kavramı falan filan da bununla alakalı bir şey. Zaten Türk kavramını da Türkiye’deki insanlar kendi lehlerine içi doldurulabilen bir kavram olarak değil, Türk olmayanların kendilerine yapıştırdıkları bir etiket olarak biliyorlar. O yüzden de işler pek mide bulandırıcı bir halde.

Tanzimat fermanı ilan edildiği zaman halkın yorumu şu olmuştu: gâvura gâvur denilmeyecek. AB uyum yasaları çıkarılıyor. Türkler hala gâvura gâvur demeyi terketmedikleri için mi merkezin istekleri bir türlü bitmiyor?

İsmet Özel: Türkiye’de böyle bir tavır yok. Türkiye’de gâvura gâvur denmeyecek telkini kabul edildi ve yürüyüp gidiyor. Orda bir engel yok. Avrupa Birliği’yle Türkiye arasındaki ilişkilerde Türklerden korkulduğu falan yok. Ama gerçekten bu toplumun belli değişimlere uğraması bekleniliyor. Onlar da olacak. Bunlar sadece iktisadi, sosyal değişiklikler değil, aynı zamanda zihniyet değişiklikleri de. Bu zihniyet değişikliklerinin içine inançlar falan filan da girecek. Onun hazırlığı yapılıyor. Sizi böyle bir soruyu sormakla çok iyi niyetli gördüğümü belirtmem lazım. Çünkü öyle Türkiye’de hesaba katılır bir millî tavır yok. Türkiye’de milliyetin ne olduğu konusunda hem sarahat yok, hem de ciddiyet yok.

Mütareke döneminde azınlıkların Türklere karşı gösterdikleri küstah tavırlar yüzünden dönemin birçok aydını Türkçülüğe kaymıştır. Sizin mütareke dönemi aydınlarından farklı algıladığınız tehlike nedir?

İsmet Özel: Benim Türklükle olan alış-verişim hiç yeni bir şey değil. Ben gençlik yıllarımdan beri kendi kimliğimle ilgili bir endişeyi hep taşıya geldim. Ama bunun en önemli noktası, ben bir Türk şairiyim. Türkçe şiir yazıp Türk şairi olmamak mümkün olsaydı bazıları Türk şairi olmazdı. Ama Türkçe şiir yazıyorsan Türk şairisin netice itibariyle. Bu da benim hem şahsiyetimle, hem hayatımın bütün yönleriyle alakalı bir şey. Öyle insanlar gayr-ı milli havalara girdiler, ben de bari milli havaya gireyim diye bir derdim yok. Ben zaten başka türlü yaşanılmasını anlamsız buluyorum. Ve hayret ediyorum, nasıl yapabiliyorlar diye. Onun için kitaplarımın adı “Waldo Sen Neden Burada Değilsin” yahut “Henry Sen Neden Buradasın”. İnsanların normal, gerekli, ya da zaruri çizgiyi takip etmemeleri beni hayretler içinde bırakıyor zaten. Bunu başardıklarını da sanmıyorum, ama kendilerini hafife aldıkları için, öz saygıları olmadığı için insanlar Türk’le Müslüman’ı iki ayrı şeymiş gibi düşünebiliyorlar. Ama birazcık insan ciddiye alsa işleri başka türlü yapamaz. Benim Türklük vasfına vurgu yapmamla, yağmur yağdı böyle oldu diye bir şey yok.

Hasan Basri Çantay şöyle nakleder: “Akif’in beraberinde bulunan İstanbul’dan gelen bir kişi ‘Üstat, sizi Türkçü görüyorum’ demek istedi. Akif’in ağzından alev gibi şu kelimeler çıktı: - Ya ne zannediyorsun? Türk’e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem!” (Akifname, İstanbul 1966, s. 225). Akif Arnavut asıllı olmasına rağmen “İstiklâl Marşı”mızı kaleme aldı. Siz bu tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsmet Özel: Akif’in tavrını sıhhatli görüyorum. Benim her zaman söylediğim şey, bu konuşmanın başında da sarahatle belirttim. Türklük tarihi bir vakıadır. Kavmi, ırki, hatta kültürel bir vakıa bile değildir. O manada Akif’in tarihi manada Türkçü olmaktan başka önünde gidilecek yol yoktu. Hiç kimsenin yoktu. Ondan sonra insanların bir takım yükselme hesapları, bir şeyler türetmelerine sebep olmuş olabilir. Çünkü Dünya Sistemi diye bir şey var. Dünya Sistemi’nin lordları var. Onların dayattıkları şeyler var. Onların dayattıklarının kabul edilmesi suretiyle elde edilecek makamlar var. Bu yüzden işler karışıyor.

Yani bütün bunlar menfaat çatışmasının sonucu mu?

İsmet Özel: Elbette. Yani Türkiye’de insanlar şahsi menfaatleri karşılığında milletlerini satıyorlar. Bence bu tereddütsüz. Kuşaklar boyunca da bu devam ediyor. Aksi olsaydı bugün Türkiye, dünyanın gerçekten parmakla gösterilen ülkelerinden olurdu. Ama olmadı. Gittikçe de kötüye gidiyor.

Ankara’daki konferansınızda “Allah Resulü cihada gitmeyip de cihad için harcayacakları parayla mescit yapanların mescidinde namaz kılmamıştır. Demek ki Türklük o zamandan başlamıştır. Bazıları Müslüman bazıları Türk’tür.” demiştiniz. Türklüğü, Müslümanlığın özel bir biçimi olarak mı, İslam’ın seçkin bir uygulayıcısı olarak mı görüyorsunuz?

İsmet Özel: Yani şöyle. Biz ehl-i kıbleyi tekfir edemediğimiz için, kimsenin Müslümanlığına laf söyleyemeyiz. Zaten kimsenin kalbini yarıp bakacak halimiz de yok. İslam dıştadır, iman içtedir. Kimsenin imanını görmemiz mümkün değil. Allah Resulü de zaten münafıkları bildiği halde ifşa etmemiştir. Onun için Müslüman Müslüman’dır. Ama bir insanın Türk olup olmadığını kâfirle çatışmayı göze alıp almadığından anlıyoruz. Dolayısıyla o zamandan Türklük başlamıştır deyişim o. Kimsenin Müslümanlığına bir diyeceğimiz yok. Resûlullah o camiyi yıktırmadı, ama Türklük başka bir şey. Biraz önce söyledim, Araplar İslam’ın yükünü taşımada enerjileri azaldığı sırada Türklük ortaya çıktı. Ama Araplar bu enerjiyi yüksek miktarda taşıdıkları sırada onlar da Türk’tü tabiî ki. Şu manada; Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk diyoruz. Almıyorsa Müslüman, tamam bir şey dediğimiz yok. İşte gâvura gâvur denmeyecekin hikâyesi de bu. Gavura gavur demeyeceksin. Ne içerdekine ne dışarıdakine. Şimdi bizim mesela “Tatlı Su Frengi” diye bir tabirimiz var. Levantenlere verilen isim. Bunlar Avrupa’dan gelmiş bazı maceraperest veya tüccar insanlar buralarda evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuşlar, bunlara Levanten deniliyor. Ama halkın onlara verdiği isim tatlı su frengi. Bu tatlı su yılanı gibi. Yılan olmasına yılan ama zehirli değil. Hâlbuki Frenk, Greklerin ve Ermenilerin de cephe aldıkları, hatta Boşnakların da Müslüman olmadan önce cephe aldıkları unsura Frenk diyoruz. Bir acı su frengi var, bir de tatlı su frengi var. Biz meseleye kiliseye mi gidiyor, havraya mı gidiyor, camiye mi gidiyor meselesinin ötesinde bir anlam yüklüyoruz. Bir hayat tarzının korunmasında, yükseltilmesinde engel teşkil edenler bir tarafta, engel teşkil etmeyenler başka bir tarafta. İnsanların Hıristiyanlıklarının, Yahudiliklerinin ötesinde bir şey. Bu siyasi ve tarihi bir şey. Dolayısıyla Türklük deyince bütün milletin selametine ilişkin bir şey anlaşılması lazım. O manada mesela, Türkiye mozaiğinden –Türkiyelilik lafları falan- bahseden herkes bu yaşama iradesine bir darbe indiren tavrı ortaya koymuşlar. Yani biz onun için Türkiye’nin bir mozaik olmasından değil, bir beton blok olmasından bahsetmemiz lazım. Bunun için de Türkiye’de kimlerin yaşadığını tespit etmemiz lazım. Türkiye’de Türkler yaşıyor diyoruz biz ve Türkiye bu kabuller yoluyla kendine bir rota çizecek veya çizmeyecek. Bunları hesaplamamız lazım. Aslında bütün bunlar Türkiye’nin her bakımdan yükselmesi meselesinden bağımsız olarak ele alınmaz. Bu da doğrudan doğruya dünyada dönen çarklarla alakalı bir şey. Yoksul ülkelere zengin ülkelerden yapılan bir dolarlık yardım, yılsonunda yoksul ülkelerden zengin ülkelere giden sekiz dolarlık borç ödemesi şeklinde dönüyor. Bu meseleden Türklük meselesini kopardığın zaman bu çarkın dönmesine hizmet etmiş oluyorsun. Bizim Türklük, Müslümanlık derken bunu göz önüne, göz önünün de ötesine, göze sokmaya çalışıyoruz, göz önüne almakla yetinmiyoruz. Ama yok, ne yapalım.

2004 Martı’nda “Henry Sen Neden Buradasın” kitabınızla ilgili yaptığınız basın toplantısında: “Benim ciddiye aldığım meselelerden bir tanesi, Türkiye’nin Hıristiyanlaştırılma meselesidir.” demiştiniz. Yaklaşık bir yıl geçti. Son günlerde medya ve sivil toplum örgütleri tarafından bu konuyla ilgili epey gürültü koparıldı. Sizce bütün bu tepkiler ne olup bittiğine dair bir farkındalık göstergesi mi?

İsmet Özel: Dikkat et. Hıristiyanlıkla ilgili yayınlar, 17 Aralık tarihinden sonra, Avrupa Birliği’yle ilişkilerin bu noktaya geldiği bir noktada ortaya çıktı. Herkes zaten bunu biliyordu, 17 Aralık’ı beklediler, maraza çıkmasın, Avrupalılar bak bunlar işi ne yönden alıyorlar diye düşünmesinler diye, yahut tersine Avrupalılar bilhassa artık olan oldu, biz bu işe hız verelim diye bir starta bastılar. Basında kadının bacaklarını ya da mahrem yerlerini gösteren bir fotoğraf yayınladığın zaman, altına ne yazıyorsun: “Ayıp, bu kadar olmaz!” Türkiye’nin Hıristiyanlaştırılması konusunda birileri rahatsız oluyormuş gibi yayın yaparken, aslında bunun vakıa olarak insanların kabulüne sunmuş da oluyorsun. Dolayısıyla böyle bir süreç de devam ediyor. Buna karşı ne yapılabilir, Türkiye eğer laikliğiyle övünüyorsa Hıristiyanlığın yayılmasına engel olması da bütün övündüğü şeylerin boşa çıkması anlamına gelecektir. O yüzden şart. Türkiye’nin niçin bir ‘İstiklâl Harbi’ yaptığını yeniden düşünmesi şart. Cevabını doğru bulamasa bile bunun üzerinde düşünmesi lazım insanların.

(Türk Edebiyatı Dergisi/ Mart-2005)

Comments