İsmet Özel: Bu Topluma Borcumuzu Ödemenin Yolu Kimliğimizin Tasrihinden Geçiyor

Bu Topluma Borcumuzu Ödemenin Yolu Kimliğimizin Tasrihinden Geçiyor

İsmet Özel'in TGRT 'de yaptığı konuşmanın tam metni
Mehmet Soysal / 13 Ocak 2005


"Bu benim ülkemle, birlikte yaşadığım insanlarla en verimli, en üretken ilişkiyi kurma iştiyakımla alakalı bir şeydir. Ben sosyalist iken herkesin vazifesi sosyalist olmaktı. Ben Müslüman iken herkesin vazifesi Müslüman olmaktı. Ben Türklüğümü öne çıkardığım zaman herkesin vazifesi Türklüğünü öne çıkarmaktır. Anlatabiliyor muyum? Ben aynı çizgiyi devam ediyorum..."




1944 yılında Sökeli bir polis memurunun altıncı çocuğu olarak Kayseri’de dünyaya geliyorsunuz. İlk ve orta öğreniminizi Çankırı, Kastamonu ve Ankara’da tamamlıyorsunuz. Ben şunu sormak istiyorum. Memur camiasının çocukları Anadolu’nun terbiyesini daha kolay benimsiyorlar. Öğrenmek istiyorum siz de Anadolu’nun değişik yerlerinde eğitim almışsınız. Bu bir avantaj mıdır?


İsmet Özel: Şimdi, meseleyi Türkiye’nin eğitim bakımından yaşadığı macera dolayısıyla ele almak lazım, yani, bir kere eğitim dediğimiz şey Türkiye’de ne işe yarar, diye düşünmek lazım. Ben çocuklarımı, efendim, şurada okuttum, burada okuttum, bunlar bugünün meseleleri. Çünkü bugün Türkiye’de eğitim, kurulu düzenin iyi bir yerinde bulunabilmek için ihtiyaç duyulan bir şey. Hâlbuki Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra eğitim, bu ülkenin iyi bir yere gelmesi için yüklenilen görev dolayısıyla alınan eğitimdi. O yüzden mesele farklı. Ben 1950 yılında ilkokula başladım, bu da Türkiye’de tek parti iktidarının sona erdiği yıldır. Ondan sonra Türkiye, Cumhuriyet’in ilanından itibaren uygulanan eğitim politikasının dışında, yani o politikadan sapılmış bir süreci yaşadı. Yani Türkiye’de 1950’ye kadar olan eğitim hayatıyla 1950’den sonraki eğitim hayatını ayırmak lazım.

Farkları ne?


İsmet Özel: Dediğim gibi, şu anda Türkiye’de eğitim, Türkiye’de dönen çarkların iyi dönmesini sağlayacak insan yetiştirmeye dayalı; ama Cumhuriyet’in ilanından sonraki eğitim, Türkiye’yi ülke olarak bir yerden bir yere taşıyacak insanların yetiştirilmesi üzerine kurulmuş bir eğitim idi.

Bu 1950 yılından sonra değişti diyorsunuz.


İsmet Özel: Özellikle de 1953 yılından sonra. Biliyorsunuz 1953 yılında liseler dört yıldan üç yıla indirildi ve liselerden olgunluk imtihanı da kaldırıldı. Bu meselenin temelinde ne var, ben size söyleyeyim: Yeni dünya dediğimiz dünya kurulmuş. Bu bir sistem. Bu sistem, bugün yaşadığımız yerde Osmanlı Devleti temellerini atarken Avrupa’da İtalyan site devletleri aracılığıyla kendine farklı temeller atmış. Bu, dünya sistemi dediğimiz şey, Avrupa’da Rönesans sonrasında belli bir yol yürümüş; fakat bu yürünen yol Osmanlı Devleti’nin yürüdüğü yol değil. Meseleyi şöyle anlamak lazım: Avrupa’da yükselen medeniyet bilhassa Londra-Amsterdam-Paris ekseni üzerinde yükseldi. Bu yükselişin dışında kalan bölgeler o irtifaa yetişmeye çalıştılar. Almanlar bu çalışmayı yapacak insanları ellerinde bulunan güçlü aristokratik unsurla sağladı. Yani Almanların Alman birliği kurulmadan önce de sonra da sahip oldukları bir aristokratik bir zümre vardı. Bu aristokratik zümre Almanya’nın ülke olarak kendisinden önce bir takım gelişmeler yaşamış ülkelere yetişmesi için hem lokomotif hem motor oldu. Bu yetişme meselesinde yani modernleşmede bir takım başarıları yakalama meselesinde, mesela Ruslar da işin içindeydiler. Rusya da Büyük Pedro’dan sonra Batı’da büyümekte olan medeniyetin içinde yer almak; ama o medeniyetin alelade bir parçası olmaktan çok bir asli unsuru olmak yolunu tutmuştur. XVIII. Yüzyıldan sonra Rusya da bu yetişme meselesini bir şekilde yapacak, nasıl yapacak? Almanların aristokratları vardı.

Evet.

İsmet Özel: Rusların Romanov sülalesinden başka öyle ciddi bir aristokratik gücü yoktu. Bu yüzden Ruslar bu ileri toplumlara yetişme işini aydın zümre üreterek, aydın zümre teşkil ederek yürütmeye çalıştılar. Yani Ruslar intelijensiya sınıfını kasıtlı olarak, bilinçli olarak büyüttüler. Daha doğrusu oluşturdular ve geliştirdiler ve gerçekten bu onların işine yaradı. Dikkat edilecek bir şey var bakınız, Pedro’dan Lenin’e kadar birçok büyük Rus var. Çünkü Rusya bu intelijensiya yaratma meselesinde o kadar iyi sonuçlar aldı ki Avrupa medeniyeti Rusya’da yapılan işleri izlemek zorunda kaldı. Mesela bir Dostoyevski Batı Avrupa’dan değil Rusya’dan çıktı.

Puşkin…

İsmet Özel: Dostoyevski ismini ben roman sanatının esaslı unsurlarından biri olması itibariyle söylüyorum. Mesela Eucklidean olmayan bir geometri Lobaçevski tarafından Kazan Üniversitesi’nde çıkarıldı. Yani Musorski gibi bir müzisyen mesela Maurice Ravel’in takip etmek ihtiyacında olduğu bir müzisyen olarak yine Rusya’dan çıktı. Bunların arasında Çaykovski’yi saymıyorum. Puşkin de Çaykovski de büyük sanatçı; ama benim demek istediğim, Rusya bu planlı eğitim yoluyla öyle esaslı isimler ortaya çıkardı ki, bunlar Avrupa’nın kendi kültürü adına takip etmek ihtiyacında olduğu insanlar haline geliverdiler. Türkiye’nin ne aristokrasisi vardı, ne de dini fark sebebiyle intelijensiya üretme ihtimali vardı. Onun için Türkiye bu medenileşme yarışında bir tek unsur kullandı: Memur. Türkiye, memuriyet üzerinden modernleşen bir ülke oldu. Tabi Osmanlı batılılaşmasıyla Cumhuriyet batılılaşması arasında ciddi bir fark var. Fakat ne olursa olsun Cumhuriyet dönemine geldiğimiz zaman modernleşmenin ana maddesi memurlardı. Yani memurlardan bir şey bekleniyordu. Ve bu diyelim ki 27 Mayıs 1960 gününe kadar böyle devam etti. Niye diye soracaksınız. diye soracaksınız, çünkü sivil asker bürokrasi dediğimiz şey 27 Mayıs 1960 gününe kadar bir yekpare unsur idi. Yani bürokrasi Türkiye’de 27 Mayıs 1960 gününe kadar bir ‘yekpare’ unsur idi. Fakat o günden itibaren sivil bürokrasi başka bir şey oldu ya da başka bir sürece sokuldu. Ordu-silahlı kuvvetler farklı bir süreç yaşamaya başladı.

Bunun nedeni o zaman tabi 1923’te Atatürk, İsmet İnönü, onlarla birlikte Cumhuriyet’in kurucuları onlarla birlikte hareket etme zorunluluğu vardı. Zaten ayrışım söz konusu değildi .Ama üçüncü bir kimlikten bahsediyoruz..Adnan Menderes, Celal Bayar… Gerçi Celal Bayar da Kurtuluş Savaşı’nın içinde Galip Hocasıydı oranın, o savaşın. Ama Adnan Menderes’in o on yıllık serüveninde O’nu kendilerinden ve Cumhuriyet’in kurucusunun devamı olan bir kimlik olarak görmedikleri için mi bu ayrışım sona erdi, bu birliktelik sona erdi. Ne oldu yani on yıllık serüven içinde? Ne oldu da…

İsmet Özel: Ben teorik olarak konuşmaktan yanayım; bunları bir takım isimlere irca ederek konuşursak televizyon ekranları buna müsait değil. (gülüyor)

Tamam.

İsmet Özel: Onun için Türkiye, dediğim gibi yekpare olan bürokratik yapısını 27 Mayıs’ta ikiye ayırdı ve birisi gittikçe zaafa uğradı. Diğeri de zaafa uğramadı diyelim. En azından son günlere kadar. Ne bakımdan zaafa uğramadı; el attığı konuda sonuç alma bakımından, diyelim.

Evet.


İsmet Özel: Şimdi bütün mesele bu memur zümresinin başına ne geldiği, bir de bu memur zümresinin ülkesiyle olan ilişkisini tekrar tekrar nasıl yorumladığı. Bunlar konuşulması gereken şeylerdir ve Türkiye’nin başına nasıl bir iş geldiğini bize izah edecek olan bir tartışma alanıdır bu. Çünkü dediğim gibi Türkiye başından bugüne kadar modernleşme yolunda ne yaptıysa bunu, eğitim almış ve devlet kademelerinde görev almış insanlar eliyle yaptı. Bu, yani Türkiye’de ne sermaye unsurları bir açılım sağladılar ne diyelim ki halk sınıfları bir dayatma eğilimi gösterdiler ne de başka bir şey. Türkiye’de ne olduysa bu mürekkep yalamış ve dediğim gibi devlet kademelerinde belli bir işlev yerine getirmiş insanlar eliyle oldu. Bu açıdan bu mesele, bizim dünyayı nasıl algıladığımız ve Türkiye’yi dünya içinde nasıl bir yere oturttuğumuz meselesinden koparılamaz. Eğitim meselesi yani.

Evet, evet... Peki, bu eğitim içinde hani Rusya’dan örnekler verdiniz. Bizim aristokrasimiz bizim aydınımız öyle bir zümremiz bugün için oluştu diyebilir miyiz? Var mıdır?

İsmet Özel: Şimdi bakınız, biz Tanzimat diye bir şey yaşadık. Tanzimat meşrutiyet dönemine geçti ve sonunda Cumhuriyetle sonuçlandı. Bizim Tanzimat’tan itibaren aydınlarımız yeni bir Türkiye tasavvurunun mümkün olabilmesi için aslında öyle sudan diyebileceğimiz bir çaba göstermediler. Ama bu, dünya sistemi ile olan ilişkimiz bakımından garip bir değişikliğe uğradı. Diyorum ki ben: Bizim önceden, az gelişmiş ülke aydınlarımız vardı. Ülke az gelişmişti ve o ülkenin ‘aydınları’ vardı. Sonra ne oldu? Türkiye bir ‘az gelişmiş’ aydınlar ülkesi oldu. Yani aydınlarımız az gelişmişlik gibi bir maluliyete uğradı. Burada da durulmadı. Bir sonraki aşama geldi ardından. Şu anda, vardığımız aşama lumpen intelijensiya aşamasıdır.(gülüyor) Bu, marksist terminolojide olan bir tabir: Lumpen proletarya diye bir şeyden haberdarız. Şimdi, lumpen proletarya normal olarak “emekçi” dediğimiz insanlardan müteşekkil değildir. Yani bunlar proletaryanın içindedirler; fakat hırsız, katil, dolandırıcı, fahişe ve bu tarzda insanlar olmaları hasebiyle alt tabakanın da döküntüleridir. Proletaryanın içindedirler fakat lumpendirler. Şimdi bizim ülkemizde de, bu aydın diye hitap etmek durumunda kaldığımız insan zümresinin böyle bir lumpen vasfı belirdi.

İçinde o saydığınız vasıflarda olanlar var mı?


İsmet Özel: Aydın dediklerimizin entellektüel bir çaba içinde bulunmaları lazım; fakat gösterdikleri sadece bir şarlatanlıktan ibaret ve dünya meselelerini ve Türkiye’nin yüz yüze kaldığı meseleleri hiçbir zaman kendi aldıkları eğitimin hakkını vererek değerlendirmiyorlar. Ne yapıyorlar peki? Kendilerini dünyada kabul edilebilir bir resme ekleyerek yaşıyorlar. Şimdi onların dünyada kabul edilebilmeleri için dünyanın Türkiye için düşündüğü şeylere uyum göstermeleri lazım. Anlatabiliyor muyum?

Evet.

İsmet Özel: Yani bizim Türkiye’ye mahsus bir bilgi merkezimiz de yok, bir entelektüel ocağımız da yok. Yani biz Hintliler, Malezyalılar, Kenyalılar, Arjantinliler, Fransızlar, Almanlar, Amerikalılar, Ruslar ne derse desin ‘biz bu meseleyi bu şekilde görüyoruz’ diyen bir çevremiz yok.

Ne zamandan beri yok?


İsmet Özel: Başından beri yok.

Hiç, hiç olmadı mı yani? On altı devlet kurduk, yıkıldı.

İsmet Özel: Ha, ben başından beri yok derken Cumhuriyet’ten beri yok…

Ha, Cumhuriyet’ten beri yok diyorsunuz Ondan önce var mıydı?


İsmet Özel: Olmaz olur mu; biz Tanzimat’a kadar dünyada farklı bir bilgi ve bilişim alanını temsil eden bir ülkeydik. Ama ondan sonra dediğim gibi Tanzimat ile beraber yeni bir gayret doğdu; fakat bu gayret sulanarak ve de hasmına teslim olarak yürüdü.

Yani Batı’nın bir arka sokağında son buldu.

İsmet Özel: Keşke, öyle olsaydı; keşke bir arka sokakta bulunsaydık. Türkiye bugün sömürge olmamanın avantajlarını kullanamadığı gibi sömürgeleştirilmiş ülkelerin avantajlarını da kullanamıyor.

Yani bir zamanlar İngilizlerin sömürgelerindeki ülkeler gibi…

İsmet Özel: O ülkeler bazı uygulama avantajları kullanıyorlar. Türkiye bunu kullanamıyor; ama asla sömürge olmamış bir ülkenin yüksek avantajlarına da hiçbir zaman tevessül etmiyor.

Peki, diyorsunuz ki Birinci Dünya Savaşı’nın neticesinin dünya siyasetinden İslam’ın tamamen silinmesi anlamına geldiğini ancak İstiklal Savaşı içerisinde Anadolu’da direnen halkın ruh halinin Batı’nın ötekileştirdiği bir toplum olma özelliği ile birebir örtüştüğünü söylüyorsunuz. Birinci Dünya Savaşı gerçekten bu Osmanlı Devleti’nin bir dönemeç noktası mı? Yani, bir bitiş noktası mı her şeyin? Az önce saydığınız Tanzimat’tan önceki o gücün bitiş noktası burası mı?

İsmet Özel: Bakın, 1918 yılında yani Birinci Dünya Savaşı bittiği zaman Türk topraklarında can emniyeti bakımından en tehlikeli yer Türk Bayrağı’nın altıymış. Yani insanlar can emniyeti için ya işgal kuvvetlerinden birinin, yahut galip devletlerden birinin bayrağı altına giriyorlar, en rahatı da Amerikan Bayrağı altına girmekmiş; çünkü o ülke, savaşa hem sonradan katılan hem de Avrupa problemleriyle doğrudan doğruya münasebettar bir ülke değil. O yüzden insanlar daha çok Amerikan Bayrağı altını tercih ederlermiş. Ama dediğim gibi en tehlikeli yer Türk Bayrağı’nın altıymış. Yani bu gerçekten tarihi bir vakıanın dönüm noktası. Batı medeniyeti bir askeri güç ve bir siyasi organizasyon olarak İslam’ın etkisinin sıfırlanmasını bir hedef ittihaz etmiştir. Bunu inkar etmek, bunu başka türlü düşünmek mümkün değil ve 1918 yılında da bu hedefe varıldı. Osmanlı Devleti mağlup olan tarafın bir parçasıydı ve bu gayr-i müslim dünyanın zaferi olarak sonuçlandı. Talat Paşa anılarında diyor ki, ‘Biz savaşa girmeye gayret ettik.’ Hani onlar İttihatçı ya, millet onları Türkiye’yi savaşa sokmakla suçluyorlar ya. Onlar da diyorlar ki, Talat Paşa diyor ki, ‘Biz savaşın sonunda topraklarımızın paylaşılacağını biliyorduk. Bu yüzden, muhtemelen savaşı kazanma ihtimali daha yüksek olan İngiltere’nin yanında savaşa girmeye çalıştık. Ama İngiltere asla bizi almadı. Dolayısıyla –hani körün taşı rast gelir de- Almanlar kazanır diye savaşa biz isteyerek girdik.’ Çünkü, taraf olmak yani ciddiye alınmak mecburiyetindeydik. Mağlup bile olsak bir taraf olma şansımız olduğu, olacağı düşünülüyormuş o zamanlar. İttihatçılar gösterilmek istendiği kadar uçuk adamlar değillerdi.

Ama taraf oluşumuz aslında bizi bertaraf etmiş oldu.


İsmet Özel: Hayır, biz İstiklal Harbi verdik.

Bertaraf olmamak için İstiklal harbini verdik. Onu da verememiş olsaydık zaten bertaraf olmuş durumdaydık Topraklarımız paylaşılmış olacaktı.

İsmet Özel: Ama verdik. Peki, bizi İstiklal Harbi verebilir hale getiren şey neydi?

Bu paylaşımın önüne geçmekti.


İsmet Özel: Bizim farklı bir dünyanın insanları olduğumuzu önce kendimize kabul ettirmiş olmamız sonra da dışımızdaki dünyaya kabul ettirmiş olmamızdır. Yani biz İstiklal Harbini müslüman olduğumuz için verdik. Bunun başka hiçbir izahı yoktur. Bu sahici anlayış Türkiye’de kamuoyundan özellikle uzak tutulan bir anlayıştır. Biz müslüman olduğumuz için millet olmuş bir topluluğuz ve bizim kültürel olarak varlığımızın ikinci bir teminatı yoktur. Millet meselesinde müslüman olmaktan başka tutacak hiçbir dalımız yok. Ve Müslümanlığımız elimizden alındığı zaman biz kendimizi izah edemeyiz. Yani bir millet olmamızın bir izahatı bulunamaz.

Peki o zaman sizin o çok meşhur bir eseriniz var: Waldo Sen Neden Burada Değilsin. Biraz oradaki durumda değil miyiz şu anda? Yani hem sizden o Waldo’nun kısa bir hikayesini almak isterim hem de bugün aynı o durumda değil miyiz? Yani hep birbirimize o İstiklal Savaşındaki o birlik ve beraberliğin bugün geldiğimiz noktada çok çok ötesindeyiz. Herkes birbirine o soruyu soruyor: ‘Sen neden buradasın?’ O ‘sen nerede burada değilsin’ diye soruyor.

İsmet Özel: Ben 1944 doğumluyum, demek ki ben doğduğum zaman Cumhuriyet henüz yirmili yaşlarında. Kırk dörtten yirmi üçü çıkarırsanız yirmi bir kalır değil mi, evet. Dolayısıyla aramızda yirmi bir yaşlık bir fark var. Ben Türkiye’de Türkiye’nin bir hedef benimsemesi mücadelesini hayatı içinde yaşamış bir insanım. Şimdi benim, kitabımın adını ‘Waldo Sen Neden Burada Değilsin’ koymamın sebebi ‘ben Türkiye’de bu ülkenin geleceği için bir yola girmiş bir insanım, sen niçin benim bulunduğum yerde değilsin’ sorusunu birilerine sormak durumundaydım ve bu soruyu sordum. Hala da cevabını alabilmiş değilim.

Almış değil misiniz?


İsmet Özel: Hayır. Yani bakınız, 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Yirmi yedi yıl bu tek parti yönetimi söz konusu. Şimdi, Cumhuriyet Birinci Dünya Savaşının sonunda Birinci Dünya Savaşı sonu şartları ile ilan ediliyor ve biz yirmi yedi yıl yani İkinci Dünya Savaşı bitinceye kadar aynı düzeni devam ettiriyoruz. Yani demek ki Cumhuriyet ilan edildikten İkinci Dünya Savaşı sonuna varılıncaya kadar Türkiye’nin tutturduğu bir yol var. Yani kuruluşuna uygun bir yol. Ama İkinci Dünya Savaşı sonu Birinci Dünya Savaşı sonundan farklı şartlar getirildi ve Türkiye bu farklı şartlara adapte olmak ihtiyacını duydu. Şimdi bu adaptasyonla Türkiye ne yapacaktı? Bence eğer…

1952 yılında NATO’ya girişi bu adaptasyonun bir örneği miydi?


İsmet Özel: Biliyorsunuz ki NATO’ya girişimiz doğrudan doğruya Türk Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın 1945’te Ruslar tarafından yenilenmemesi üzerine yapılan bir şeydir. Dolayısıyla Türkiye varlığına bir şemsiye arıyordu. Bunun NATO olabileceğini düşündü o zamanki yetkililer ve o istikamette gitti. Şimdi mesele Sovyet Bloku, NATO falan filan meseleleri olarak ayrıca konuşulabilinir. Ama bizim asıl kavramamız gereken mesele Türkiye’nin bizzat kendisinin dünya şartlarının müsaade ettiği şekilde değil, dünya şartlarına rağmen varlık kazanıp kazanamayacağı meselesidir. Anlatabiliyor muyum? Yani Türkiye bir yolu yürüyordu. Fakat bu yolu yürümesinin imkânsızlığı İkinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıktı. Şimdi Türkiye İkinci Dünya savaşı sonunda nasıl bir yol yürüyecekti. Şimdi İkinci Dünya Savaşı sonunda şöyle bir ideolojik yapı telkin edildi insanlara. Dediler ki, ‘Biz totaliter rejimleri bertaraf ettik, yani karşımızda totaliter rejimler vardı. Biz demokratik güçlerin dünyada yaşamasını temin eden bir dünya düzeni peşindeyiz.’ Bu söylendi. Yani Japonya’daki totaliter rejim sona erdi İkinci Dünya Savaşı sonunda, İtalya’daki totaliter rejim sona erdi, Almanya’daki totaliter rejim sona erdi. Sovyetler Birliği totaliter rejim olarak kaldı. O da soğuk savaş dolayısıyla ‘düşman’ ilan edildi. Geride ne var, demokratik yol. Ama Türkiye işte bu istikamette bir yol yürüyebilirdi ve Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarının Türkiye’ye uyarlanması suretiyle bir hedef belirleyip başarı da elde edebilirdi. Yani biz bugün miladi olarak 2006 yılında dünyada Türk Demokrasisi diyebileceğimiz bir sistemin mümessili olabilirdik. Ama olamadık, neden, çünkü İkinci Dünya Savaşından sonra üç büyük askeri müdahalemiz var. Bunlar bizim Türkiye’ye mahsus bir demokratik sistem sahibi olmamıza imkan vermedi. Biz böylece otantik bir siyasi sistem yürüten ve bunu dünyaya ‘Bu iş böyle olur’ diye gösterebilen ülkeler olmaktan uzak kaldık.

…diyorsunuz.


İsmet Özel: Tabii ki. Türkiye’de üç siyasi asıldı. Biri ‘başbakan’ biri ‘dışişleri bakanı’ birisi ‘maliye bakanı’. Bunlar neden asıldılar? Ben size söyleyeyim: Bunlar kendilerini gerçekten ‘Türkiye’nin başbakanı’, ‘Türkiye’nin dışişleri bakanı’, ‘Türkiye’nin maliye bakanı’ sandıkları için asıldılar.(gülüyor)

Yani şimdi şöyle bir sonuca doğru mu gidiyoruz? Ondan sonraki 1980 İhtilalinde kimse asılmadığına göre, o zaman kimse kendsini o ülkenin başbakanı ve bakanı zannetmediği için miydi?

İsmet Özel: Şimdi, dikkat etmiyor musunuz? Bütün siyasi kadrolar kendi yaptıklarını, dünyada yürürlükte olan egemen unsurların bu yönde eğilimleri olduğuyla tanınıyorlar. Öyle değil mi?

Evet, o eğilime direnmiyorlar diyorsunuz.


İsmet Özel: Direnmek bir tarafa yaraşmaya ve onun bir…

Aynı gemide gitmeye…


İsmet Özel: Dolayısıyla Türkiye’ye ait olmak diye bir şey yok. Yani Türkiye’de ‘Türk olmak’ sorgulanan bir şey. Türkiye’de mesela bugün başbakan mevkiinde oturan insan ‘Bizim kimliğimiz Türk kimliği olacaktır; diğer kimlikler alt kimlik sayılacaktır’ deme cesaretini gösteremiyor.

Ama bunu dedi.

İsmet Özel: Türkiye vatandaşlığından bahsediyor, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından bahsediyor. Yani ‘Türk’ diye bir şey var.

Yani orada sayın başbakan bunu söylerken ben şunu algılıyorum hep: Bu kere birbirimizi sen Çerkez ben Laz, sen Türk ben Kürt deyip birbirimizi yargılayıp birbirimizle kavga etmeye artık bir son verelim. Hepimiz bu bayrağın altındayız, hepimiz Türk Bayrağı için, bu vatan için, bu toprak için gelin birlikte ve beraber bir şekilde bu ülkeyi muasır medeniyetler seviyesine çıkartalım.

İsmet Özel: …diyor, diyorsunuz, bunu mu anlıyorsunuz?

Ben bu şekilde algılıyorum ve bunun yani tersinde bir şeyi adeta biraz sanki iktidar-muhalefet ilişkisi içinde…

İsmet Özel: Türkiye’de iktidar da muhalefet de ‘burası Türkiye’dir, yani sadece Türklerin vatanıdır’ deme açıklığını göstermediler. YAPMAYIN! Türkiye Türklerin vatanıdır; başkalarının değil. Türkiye sadece Türklerin vatanıdır. Bu memleket iki kere vatan oldu. Birisi XI. Yüzyılda bu toprakların daru’l-islam haline getirilmesi şeklinde vatan oldu. Bu memleketin vatanımız olmasının bir tek izahı var, o da buraların daru’l-İslam olmasıdır. Ve Türkiye ikinci defa İstiklal Harbi sonunda vatanımız oldu. Tarihin tecellisi o şekilde oldu ki, ikisi de aynı topraklardır. Yani ne Balkanlar’dır, ne Suriye ya da Irak’tır.Aynı topraklar iki kez vatanımız oldu ve bu ‘Türklük’ ile oldu; başka bir şeyle değil. Çünkü Türk, gayr-ı müslim dünya üzerinde varlığını hissettirmekle tarih sahnesine çıkmış bir millettir. Yani Türk, tarih sahnesine gayr-ı müslim dünya üzerinde varlığını hissettirmek suretiyle çıkmıştır. Bunu da inkâr etmeye imkân yok.

Ben toplumun bana verdiği şeyin kadrini biliyorum. Fakat bu bana verildi diye boyun eğmeye hiç niyetim yok. Türkiye’de yaşanan hayatta bir yapaylık vardı. İnsanlar çünkü her şeyin sonuna kadar gidemediklerini bilerek yaşıyorlardı. ‘İşe yarayan adam kimdir?’, diye soruyor Goethe. ‘İtaat eden ve itaat ettiren adamdır’ diyor. Ben de bu Goethe’nin tarifine göre işe yaramaz adamım. Çünkü ne itaat ederim ne itaat ettiririm.” diyorsunuz. “Ben kendini pazarlayamayan bir adamım”

İsmet Özel: Pazarlamayan…

Özür dilerim. “Pazarlamayan bir adamım.” Rahmetli Tarık Buğra da bir gün, onunla da sohbet ederken o da: “Benim işim yazmak, kitabımı koltuğumun altına alıp kapı kapı yayınevi aramak, onları pazarlamak değil” derdi. Aynı hassasiyeti sizde görüyorum. Ama günümüzde bu böyle midir? Yazarların, eserlerin popülaritesi reklâmlarla, -görüyoruz bunun da işte- mahkemelerle bir anda dünya gündemine giriyorlar. Eserleriyle değil kurulu düzene karşı başkaldırı şeklindeki bir iki sözle oluyor bunlar, gerçekleşiyor. Bunlar adeta pazarlamanın gereğiymiş gibi, bir şartıymış gibi. Bu konuda neler diyeceksiniz: Günümüz yazarları ve bu kadar dünya çapında popülaritesi artan kalem sahiplerinin bu yaptıklarına?

İsmet Özel: Kimsenin kötü olması bizi iyi yapmaz. İyi oluşumuzu birilerinin kötü oluşuna dayandırmamalıyız. Şu anda Türkiye’de kötü bir zihni faaliyet var; ama bu, onların kötü olmaları, başkalarının onlar kadar kötü olmayışı yüzünden iyi kabul edilmeleri yolunu açmamalı. Ben, şahsım itibariyle, kendimi çok talihli bir insan kabul ediyorum. Neden? Çünkü şiirle başladım yazı yazmaya ve öyle bir dünyada yaşadım ki iyi bir şey yaptığımız zaman bunun iyi bir şey olduğu görülebiliyordu. Bugün ne yazık ki benim yazı yazmaya başladığım zamanki ortam yok Türkiye’de. O bakımdan çok talihli bir insanım ve o yüzden de gerine gerine, rahatlıkla yazdığım, ortaya çıkardığım metnin ifade ettiği şeyden başka bir şeye ihtiyaç duymadan yazdıklarımı yazmayı sürdürebildim bu güne kadar. Bu büyük bir talih. Yani benim aslında böyle bir toplumda yaşamış olmaktan dolayı -tabi bunun kadrini biliyorum- ama işte böyle bir toplum var diye o toplumun hal-i pürmelâlini inkâr etmeye de
niyetli değilim. Dolayısıyla şu anda Türkiye’de edebiyatın inkıraz halinde olduğunu, bunun doğrudan doğruya kültürel bir hadise olduğunu, insanın kendi tanımıyla kavgası sebebiyle böyle bir belanın bize çattığını söylüyorum. Yani biz bugün kendi mevcudiyetimizle ilgili açıklamalardan rahatsız olan bir dünyanın birimleriyiz. Bu felaket daha büyük felaketlere yol açabilir. Yani ben bugün Türkiye’de edebiyatın değer kaybının aynı zamanda Türkiye’nin…

Değer kaybı olarak…

İsmet Özel: Türkiye’nin kendisinin kaybı olmaya dönüşeceğini. Yani Türkiye’nin değerinin değil, Türkiye’nin kendisinin…

Türkiye’nin kendisinin, varlığının…

İsmet Özel: Evet! Evet! Çünkü biz şiir sebebiyle bir cesamet kazanmış bir toplumuz. Bizim toplum olarak varlığımızın başında Yunus Emre var. Yunus Emre’den bir dal “Divan Edebiyatı”nı ortaya çıkarmış, başka bir dal da…

Halk Edebiyatı

İsmet Özel: Yanlış bir şekilde “Halk Edebiyat”ı diyoruz. “Anadolu Edebiyatı” mı, diyelim ona emin değilim. Burada ciddi bir mesele var. Yani İstanbul ve Anadolu farkıdır bu aslında.

Yani ona “Anadolu” dememek için “Halk Edebiyatı” dediler.

İsmet Özel: Tabi tabi. Rumeli’de halk yok mu? Orada Halk Edebiyatı yok. Âşık Edebiyatı Anadolu’da. Çünkü o Anadolu Beylikleri’nden kalma yüksek sınıfın emrinde olan ya da diyelim ki frekansında olan bir edebiyattı.

Evet

İsmet Özel: Bir şekilde yürüdü. Bize Karacaoğlan gibi çok yüksek bir zirve bıraktı. Yani kolayca tanıyabileceğimiz çok önemli bir zirve o. Yani biz böyle bir oluşum yaşadık. Yani Divan Edebiyat’ımızın içinde bir toplumun gelişimini sağlayabilecek bütün –bugünkü tabirle söyleyecek olursak- entelektüel değerler barınabiliyordu. “Biz çoğu zaman Türkiye’de nesir yok, Türkiye’de daha çok nazımla yürüyen bir edebiyat hayatı var.” diye bir yakınma duyarsınız. Aslında bu gene kendini Batı’yla karşılaştırmaktan doğan, Batı dolayısıyla ne gibi mahrumiyetleri olduğunu düşünmekten doğan bir yakınma. Yoksa o “nazım” olarak ortaya çıkan metinler büyük bir kültürün canlı devamını sağlayan şeylerdi. Ama biz Tanzimat’tan itibaren başka süreçler yaşadık. Ama dediğim gibi, başka zaman, başka fırsatlarda da söylediğim gibi düşünce hayatımızın şiir içinde nasıl önemli noktaları yakaladığını, önemli noktalara vardığını henüz bilmiyoruz. Yani biz ne yazık ki kıymet takdirinde çok yaya kalmış bir toplumuz. Bu yüzden de işimiz zor.

Peki, son elli yıl içerisinde, son yetmiş beş yıl içerisinde Nazım, Necip Fazıl, Attila İlhan, bu üçgen içerisinde İsmet Özel bunları nasıl değerlendirir?

İsmet Özel: Şimdi bunlar, andığınız isimler, edebiyat varlıkları dolayısıyla değil, edebiyat dışı tavırları dolayısıyla kamuya mal olmuş insanlardır. Yani Nazım Hikmet şüphesiz ki Türk Şiiri’nin önemli bir ismidir. Aynı şekilde Necip Fazıl da Türk Şiiri’nin önemli bir ismidir. Attila İlhan da Türk Şiiri’nin önemli bir ismidir. Ama bunları Türk Şiiri’nin büyük nehri içinde nerede olduklarını düşündüğünüz zaman o medya dolayısıyla yırtıp yapıştırma yapılan resmin dışında bir resim bulursunuz. Yani şimdi bakınız: Nazım Hikmet, Tevfik Fikret’le başlayan, Mehmet Akif’le devam eden çizginin üçüncü halkasıdır. Çizgi demeyelim, zincir diyelim. Ya da çizginin üçüncü kısmıdır, ya da zincirin üçüncü halkasıdır.

Üçüncü durağı da diyebiliriz.

İsmet Özel: Evet. Necip Fazıl ise halk tarafından kabulünü cumhuriyet sonrası entelektüel çevrelerin karşısında bir tavır almasına borçludur. Yani Necip Fazıl büyük bir cesaretle Müslüman olduğunu beyan eden ve şiirin Allah’ı aramak için bir vasıta olduğunu söyleyecek kadar inancına sadakat göstermiş bir insan olması sebebiyle yaygınlık ve kabul görmüş bir şairimiz. Edebi niteliği sebebiyle bir yaygınlık edilmiş kişi değil. Bu aynı şekilde Attila İlhan için de söylenebilir. Attila İlhan aslında Büyük Türk Şiiri ırmağının akışının dışında bir şairdir. Kendisi Nazım Hikmet’in devamı olduğunu söylemeye yatkındır. Hâlbuki şiirlerini karşılaştırdığınızda ne tematik olarak ne de teknik olarak Nazım Hikmet şiiri ile bir alakası...

Yoktur.

İsmet Özel: Yani, mutlaka bir alakası vardır, çünkü her iki şiir de Türkçe yazılmışlardır. Ama o iki şiirin öyle sıkı bir alakası yoktur. Mesela Attila İlhan bizzat kendisi, Orhan Veli ve arkadaşlarının başlattığı Garip akımına cephe almıştır, “Mavi” diye bir dergi çıkarmıştır, onları bobstillikle suçlamıştır. Garipçileri “Birinci Yeni” kabul edip, kendisine “İkinci Yeni” denilen şiir akımına da ateş püskürür, onları tamamen saçmalık olarak kabul eder. Dolayısıyla aslında Türk Şiiri’nin ciddi gelişmeler gösterdiği alanı kendi alanı olarak saymayan birisidir Attila İlhan. Anlatabiliyor muyum? Attila İlhan Büyük Türk Şiiri çizgisi yada nehri içinde marjinaldir. Önemli bir şair midir? Evet, önemli bir şairdir. Demek istediğim, halka açık zeminlerde meseleler, edebiyat dışı ölçülerle değerlendiriliyor maalesef.

Peki, bu bugün diğer kalemler için de değerlendirilmiş olmuyor mu? Örneğin bir Yaşar Kemal, bir Orhan Pamuk için de?

İsmet Özel: Doğru. Mesela Türk Romanı denince Orhan Kemal’in Türk Romanı içindeki yeri kimseyi çok ilgilendirmiyor.

Veya Kemal Tahir’in... Veya Tarık Buğra’nın…

İsmet Özel: Şimdiye kadar saydığınız isimlerin hepsinden çok daha geniş, önemli ve dikkate değer bir yeri vardır Orhan Kemal romanının. Ama bizde maalesef edebiyat eleştirisi çok düzeysiz kaldığı için bunlar anlaşılmıyor ve insanlar…

Orhan Kemal de filmlerle tanınıyor. İşte Yetmiş İkinci Koğuş…


İsmet Özel: Orhan Kemal’in ne yaptığını anlatacak bize bir edebiyat eleştirmeni lazım galiba. Ne yazık ki dünyada kamuoyu dediğiniz şey bu insanlara muhtaçtır. Bakınız Guillaume Apollinaire bir şair bilinir ama adam ilk önemli sanat faaliyetini kübist resmin dünyaya kabul ettirilmesi yoluyla yapmıştır. Apollinaire, Picasso’nun ve Braque’ın önemli birer ressam olduğunu gösteren adamdır. Bunu şunun için söylüyorum: İnsanlar kafalarına birinin bir şeyleri vurmasına ne yazık ki ihtiyaç duyuyorlar. Türkiye’de de birileri bu suretle sanat eserlerinin hayatımızda neye tekabül ettiği ya da hayatımızın nerelerini canlandırdığı, renklendirdiği konusunda açıklama yapma hususunda kısırlar. Yahut böyle insanlar Türkiye’de yok denecek kadar az. Bu yüzden de saydığınız isimler birer tabelâ haline geliyor. Ama bu işlerin tabii siyasi bir tarafı var, bunu bu konuşmanın bir yerinde de söyledim: Birilerinin Türkiye üzerinde planları var. Bu planların kuvveden fiile geçmesi için birileri rol üstleniyor. Bu da bildiğiniz sonuçlara varıyor.

Peki, sizi Necip Fazıl’la yaşam olarak, geçişler olarak, dönemeçleriniz olarak hayat çizgisinde benzerlikleriniz var. Örneğin Necip Fazıl da, sizin de belirttiğiniz gibi, bir noktaya kadar Kaldırımlar’ı yazdığı zamandan sonra “ben Müslümanım” diyebilecek kadar diyorsunuz dönüşü… Siz de 11 yaşında annenizin sizi keşfiyle, yani şair olduğunuz, “Sen şair olacaksın” diye..

İsmet Özel: Annem değil o, Halide Nusret Zorlutuna…

Evet, özür dilerim. Lise ikinci sınıfta bir şiir yarışmasında beşinci oluyorsunuz.

İsmet Özel: On birinci sınıf.

Günümüzde buna on birinci sınıf deniyor. Peki, 1975 yılında siz de sosyalizmi bırakıyorsunuz.

İsmet Özel: Biraz daha erken, ama neyse…

Bendeki tarihler onu gösteriyor. 75’te sosyalizm çizgisini bırakıyorsunuz. Siz kendinize “Ben Müslümanım” diyerek yazı hayatınıza, şiir hayatınıza devam ettiniz.

İsmet Özel: Böyle bir benzerlik mi kuruyorsunuz? Bence hiçbir benzerlik yok.

Hiç yok mu?

İsmet Özel: Yok! Çünkü ben –bunu söyleye söyleye dilimde tüy bitti- hep aynı çizgiyi takip ettim: Hangi sebeplerle sosyalist olduysam, aynı sebeplerle Müslüman oldum, aynı sebeplerle Türklüğü vurgulamak ihtiyacını duyuyorum.

Peki hangi sebeplerle sosyalist oldunuz?

İsmet Özel: Bu benim ülkemle, birlikte yaşadığım insanlarla en verimli, en üretken ilişkiyi kurma iştiyakımla alakalı bir şeydir. Ben sosyalist iken herkesin vazifesi sosyalist olmaktı. Ben Müslüman iken herkesin vazifesi Müslüman olmaktı. Ben Türklüğümü öne çıkardığım zaman herkesin vazifesi Türklüğünü öne çıkarmaktır. Anlatabiliyor muyum? Ben aynı çizgiyi devam ediyorum. Benim Türk tarifimi biliyor musunuz? Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Midesine indirdiği her lokmanın karşılığını yaşadığı topluma iade etmeyen insan o toplumda asalaktır. Ben bu görüşe o gün nasıl rağbet ettiysem bugün aynı şekilde rağbet ediyorum. Ben diyorum ki: Bir insanın kim olduğunu, ne olduğunu anlamak istiyorsanız, topluma ne vermiş ona bakın. Çünkü biz ister istemez toplumdan alıyoruz. Ne demiş Aristoteles: “Tek başına bir insan, ya tanrıdır ya hayvan.” Yani tek başına insan yok. Biz ister istemez bir toplumun bir parçasıyız ve aslında o toplumun ürünüyüz. Dünyada oğul ve kız olmayan insan yoktur. Herkes oğul ya da kızdır. Aslında bunu tek kelimeye indirebiliriz. Arıların oğul vermesi gibi hepimiz oğuluz. Dolayısıyla biz bir toplumun mahsulüyüz. Şimdi burada çok önemli bir şey var. Türkiye’de yaşayan insanlar vefa borçlarını Türkiye’ye mi ödeyecekler, bu büyük millete mi ödeyecekler yoksa kendi cemaatlerine mi ödeyecekler? Bu çok önemli bir şey. İnsanlar bu hesabı yapmak zorundadırlar. Daha doğrusu şöyle diyelim: İnsanlar bu hesabı yapıyorlar. Bizim onların yaptıkları hesaptan habersizliğimiz bizi yanıltıyor. Böyle bir illüzyona uğruyoruz. Aslında adam kendisine ne verdiyse birileri, onlara ödüyor. Biz sanıyoruz ki bu milletle bir alışveriş var. Yok! Ya dünya sistemindeki güç odaklarına ödüyor, çünkü onlardan almış veyahut mensubu olduğu ister etnik olsun ister dini olsun ister artistik olsun o cemaate ödüyor ödeyeceğini. Yani vecibelerini o cemaat o güç karşısında yerine getiriyor. Hâlbuki biz diyoruz ki, ben diyorum ki - dünyada bunu söyleyen benden başka bir adam var mı ben maalesef bilmiyorum-: Biz bu topluma borçluyuz. Biz bu toplumdan alacaklı değiliz. Dolayısıyla bu topluma borcumuzu ödemenin yolu kimliğimizin tasrihinden geçiyor. Biz ancak bir millet olarak bütün belaları savabilir, bütün nimetlerden istifade edebiliriz. Bizim bugün trafik problemi de dâhil olmak üzere meselelerimizi çözemeyişimizin nedeni hangi millete mensup olduğumuz konusundaki cehaletimizdir ya da bizi kandırmış olmalarına boyun eğmemizdir.

Bunun farkına vardığımız zaman trafik sorunu ve diğer sorunlarımızın hepsini çözmüş olabilir miyiz?

İsmet Özel: Elbette. Siz ve ben hangi millete mensup olduğumuzu ve bu milletin yükselmesinden başka çıkış yolumuz olmadığını bildiğimiz zaman birbirimize bugün olduğundan farklı davranırız. Yani millet olmuş toplumların hepsi bunu yaptıkları için düze çıkmışlardır. Yani sen şimdi ambulansa yol vermekte neden ihmalkâr davranıyorsun? Çünkü o ambulansı işletenin de o ambulansın içinde olanın da senin can parçan olduğunu kabul etmiyorsun. Etsen hemen arabanı…

Etsek zaten terör olmaz, etsek kapkaç olmaz, etsek hırsızlık olmaz, etsek trafikte birbirine yol vermediği için çekip birbirini vurmalar olmaz, etsek futbolda bu kadar tribün terörü olmaz, etsek hastaların üzerinden para kazanmaya çalışan bir sağlık kesimi olmaz. Yani bir çok şey olmaz diyorsunuz.

İsmet Özel: Ama rüşvet de olmaz.

Rüşvet de olmaz. Hepsi olmaz yani…

İsmet Özel: Sınıf arkadaşları konusunda bu böyle oluyor. Bu nedense böyle. Yani bu bakımdan Türkiye’nin meselesinin de bununla çok alakalı olduğunu düşünüyorum. Hiç şüphesiz bir toplumda enine ve boyuna insanlar arasında farklar vardır: Bazıları biraz daha uzaktadırlar ya da bazıları biraz yukarda veya aşağıdadırlar. Enine ve boyuna bir fark mutlaka vardır. Ama bu uzakta olanla yukarda ve aşağıda olan sizinle eğer hayati bir bağ kurmuşsa o zaman onların durumu sizi çok ilgilendirmesi lazım. Yani birtakım insanların sizinle aynı yolu yürüdüğünü söyleyip de aslında sizi ilk fırsatta satacaklarını bilmeniz çok korkunç bir şey. Dolayısıyla ben her zaman söylediğim şeyi tekrar edeceğim burada: Zekâ ve ahlak aynı bünyede bulunur. Zekâdan mahrumiyet ve ahlaktan mahrumiyet de aynı bünyede barınır. Dolayısıyla biz ahlaken düştükçe aptallaşıyoruz, aptallaştıkça da ahlaken düşüyoruz veya tersi olabilir. Yani tersini sağlamamız lazım.

Zekileştikçe de ahlaklı olmayı…

İsmet Özel: Ahlaklı bir adam akıllı ve zeki olduğunu kanıtlamıştır. Çünkü tersini düşünmek mümkün değil. “Enayi dürüstlük yaptı” diyorsanız siz, “Bak şu enayiye doğru söylüyor” . O zaman battı.

O zaman şöyle bir şey: “Zeki” ile “aptal” onun ortasına “akıllı” gibi bir şey koyabilir miyiz?


İsmet Özel: Koymayalım. İyi işleyen toplumda insanlar göreve çağırılırlar. Bir toplum iyi işliyorsa hemen dersin ki: “Gel, sen bunu yap.” Çünkü onun ehli olduğunu bilirsin. Bu da en çok savaş zamanlarında ortaya çıkar. Savaş sırasında iyi savaşçıyı herhalde geri saflara koymazsınız değil mi? O en öndedir. İyi savaşıyor çünkü adam. Bu toplum hayatında da böyle olması lazım. Yani böyle olduğu zaman sağlıklı olur. Onun için bir okulu bırakmak, bir okulu devam ettirmek, bir mesleği bir şekilde icra etmek, bütün bunlar bizim birbirimizle olan ilişkilerimiz dolayısıyladır. Yani sahte bir sanatçıyı tebcil ediyorsanız, siz berbat bir insansınız. Yani onun sahte sanatçı olması o kadar önemli değil, sizin onu tebcil etmeniz daha önemli.

Peki, çok aptal adamlara baktığımızda onların yaptığı hırsızlıklar, soygunlar çok düşük. İşte sokaktaki bir kadının çantasını kapıp kaçabilen ama çok büyük okulları bitirenler, çok zeki dediğimiz insanlar, bir kâğıt üzerinde sizin az önce tırnak içinde vurguladığınız o rüşvet mekanizmasını da işleten o çok büyük zekiler…

İsmet Özel: Ben işte ikisini aynı kapta görüyorum. Yani kapkaççı ile rüşvet alan yüksek bürokrat…

Onları aptal konumuna değerlendirerek…

İsmet Özel: Onlar aptalın da aptalı.

O zaman sözünüzü tam yeni anlamış oldum. Çünkü diğer türlü şöyle formülleştirilirse: Ahlaksız, toplumda çoğalıyorsa aptal oldukları içindir. Zekiler de çok olursa ahlaklı bir toplum haline geliriz.

İsmet Özel: Bir insanın yaptığı işin bilincine varması yetmez mi? Bu onun hem ahlaklı hem de zeki olduğunu gösterir.

Peki diyorsunuz ki: “Türkiye kültür planında Avrupa’ya direnebilseydi, Batı’nın iktisadi, askeri hâkimiyeti bu topraklarda geçerli olur muydu?”

İsmet Özel: Olmazdı.

Peki, bugün Batı’nın iktisadi, askeri hâkimiyetinden söz edebilir miyiz?

İsmet Özel: Başka hiçbir şeyden söz edemeyiz. Bugün dünyada bir sistem var. Bakınız bu çok kolay anlayabileceğimiz bir şey. Sovyetler Birliği çöktükten sonra ne dediler: “Dünya globalleşti.”

Küreselleşti.

İsmet Özel: Aslında bana kalırsa “soğuk savaş” dediğimiz şey de sahte bir şeydi. Bizi kandırdılar. Aslında soğuk savaş yoktu. Ama her ne olursa olsun en azından, zahiren sanki bir kapitalist dünya bir de sosyalist bir dünya varmış gibi bir oyun oynandı. Ama o sosyalist dünya bir darbeyle ortadan kaldırılınca, tuz buz olunca…

Ama sanki o iki kutuplu dünyada Amerika bütün kapılarını dünyaya açmış iken, kendisinin bütün gücünü göstermiş iken Rusya da bilinçli olarak “Erol Taş rolü”nü özellikle oynadı. Yani o dönem kapılarını açmış olsaydı. “Ben bir kutup olabilirim ama böyle bir acımasız bir kutubun bir tarafı değilim, buyurun ülkem herkese açık, benim hiçbir kavgam yok.” deseydi. Sanki o “Erol Taş rolü”nü, biri iyi adamı oynadı, biri kötü adamı oynayarak bu…

İsmet Özel: Şimdi bugün de aynı şey oluyor. Yani bugün İran Devleti’nin başında olan kişi…

Kötü adam rolünü oynuyor…

İsmet Özel: Bilerek oynuyor. İsrail’in ve Amerika’nın ne söylemesini istiyorsa o da onu söylüyor. Bakalım bunun sonunda ne çıkacak ve Batı bundan ne kazanacak, göreceğiz.

Ama dünya özellikle Türkiye’de herkes şöyle bir şey zannediyor: Ahmedinecad, Amerika’ya kafa tutuyor veya meydan okuyor. Hatta bu yüzden Ahmedinecad’ın arkasında yer alan birçok da ülke var bu gaza gelerek.

İsmet Özel: Evet.

Siz diyorsunuz ki bunda da Rusya, birileri “Erol Taş rolü”nü oynuyor.

İsmet Özel: Cemal Abdünnasır 'Tel Aviv’de buluşalım' demişti. Şimdiki hali görüyoruz. Bu işler böyle. Birileri kendi milli menfaatlerinden bir milim geri adım atmadan bir şekilde faaliyet gösteriyor. Birileri de milli menfaatlerinin ne olduğu konusunda hiçbir fikre sahip değil. Türkiye’de ve dünyada böyle bir kontrol mekanizması yürürlükte. Bunu aşmak lazım.

Peki, ‘Waldo Sen Neden Burada Değilsin’ den sonra 2004 yılında da ‘Henry Sen Neden Buradasın’ diye bir eser çıkarttınız. Diyorsunuz ki: “Altmış yıllık hayatımızın göze acı veren bir uyanma süreci olduğunu söylersem onu yerli yerince tavsif etmiş olmam. Artık beynimi biraz daha elektriklenmiş hale sokan, yüreğimi burkan bir ayıkma süreci yaşadığım. Ne kadar ayıktıysam, o kadar keyfim kaçtı.” Peki, ne tavsiye ediyorsunuz? Ayık gezersek, keyfimiz kaçarsa…

İsmet Özel: Bence keyifli olmak suçlu olmakla eş anlamlı. Özellikle Türkiye’de yaşayan insanlar olarak biz, birinci derecede varlığımızı korumakla yükümlüyüz ve bunun şartı da Türkiye’nin dünya toplumları içinde özlenen, itibarlı bir yeri olmasını sağlamak. Bu öyle tabii ki televizyon programlarıyla gerçekleştirilecek bir şey değil. Bu hayatın yeniden organize edilmesiyle sağlanabilecek bir şey. Bu organizasyonu bize ülke dışından tavsiye edilen şeyleri yerine getirerek sağlayamayız, başaramayız. Biz bunu kendimiz birbirimizle konuşarak ve birbirimizin nesi olduğumuzu açıklayıp kabul ederek sağlayabiliriz. Birbirimizin nesiyiz? Biz bu ülkede yaşayan insanlar birbirimizin nesiyiz? Bunu bilmemiz lazım. Bunu hem dediğim gibi benimsememiz hem de beyan etmemiz lazım. Bunu başarabilir miyiz? Geçmişe baktığımız zaman karnemiz kırık notlarla dolu. Şu anda ikmale kalmış durumdayız. Bütün mesele bu ikmal imtihanına hazırlanmakta. Yani bunu mutlaka eylülde vermeliyiz.

Programın bitmesine iki dakikamız kaldı. Bir şiirinizle seyircilerimize veda edelim.

İsmet Özel: Benim bir şiir okumamı mı istiyorsunuz? Ben ömrüm boyunca benden şiir okunması istendiği zaman şiir okumadım, şimdi de okumayacağım. İki dakikayı geçirmek çok zor bir şey değil. Yeni bir soruyla karşılaşarak bu işi hemen halledebiliriz. Topu size attım gördüğünüz gibi.

Peki, o zaman ben bir şiirinizden okuyabilir miyim?

İsmet Özel: Ona itirazım yok tabii.

Bayramın hamursuzu!
İftar vaktinin kuşkusu!
Haçın dumuru!
Kaçmak isterken vuruldu.

Yetti yokuşların yarılandığı saatte hatırdan çıkarıldığı
Endamını ilginç bulmak yetti kilosunda esrar bulmak
Yazın kumsalda el yapımı kunduralarını görmek
Kışın ayağında sandalet omuzunda harmani
Yetti alelusul yetti ayaküstü yetti baştan savma
Yetti saydamlığın inkârı
Her kıpırdayan şeye ateş etmek emri alan nemrutun
Silahından fırlayan kurşun değil
Beklentisindeki asit öldürdü onu
Kaçmak isterken vuruldu.

Tam ben şiir gibi…

İsmet Özel: Tabi benim gibi okuyamazsınız.

Elbette, sizin gibi okumam mümkün değil çünkü onu siz yazdınız.


İsmet Özel: Gerçi hayır, Türkiye’de şiirlerini iyi okuyan çok az şair var.

Doğru. En iyi okuyan size göre kimdir?

İsmet Özel: Daha iyi okuyana rastlamadım kendimden başka.

Ama bize hiç okumadığınız için.

İsmet Özel: Hayır, ben kendim okumak istediğim zaman, hatta kendim teklif ederim. Derim ki: Size bir şiir okuyayım mı? Başkası dediği zaman, yok kardeşim, ben canımın istediği zaman, canımın istediği şeyi okurum.

Bir buçuk saat ben bekledim ben canınız istesin diye ama canınız istemedi.

İsmet Özel: Ama konu oralara gelmedi. Daha doğrusu şiir öyle bir şey ki çok özel ortamlar gerektirir. Bence şiiri bir yerlere sıkıştırmayalım.


Comments