İsmet Özel: Şiir Çizgi, Şiir Nokta

İSMET ÖZEL'İN BURSA 4. KİTAP FUARI'NDA VERDİĞİ "ŞİİR ÇİZGİ, ŞİİR NOKTA" KONULU KONFERANSIN METNİ
Bursa / 4 Mart 2006


Şairler, eğer şiirin hasıyla meşgul iseler, Osmanlı Devleti’nin varlığı da dahil olmak üzere, bütün bu toplumsal gelişme ya da değişme içinde çok asli bir işlev üstlenmişlerdir, bir işlevi yerine getirmişlerdir. Şiirin hasıyla meşgul olmamak ihtimali de vardır tabi. Ama burada bir mütekabiliyet söz konusudur her zaman. Şiir, has bir şairin ürünüyse has bir okuyucuya ulaşır. Ben aforizma şeklinde dile getiriyorum bunu yıllardan beri: Şiir şairin neresinden çıktıysa okuyucunun da orasına ulaşır...


ŞİİR ÇİZGİ, ŞİİR NOKTA


Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar "-nerdesin?"
Arıyorum yıllar var ki ben onu
Aşıkıyım beni çağıran bu sesin.

Gün olur sürüyüp beni derbeder
Bu ses rüzgârlara karışır gider
Gün olur peşimden yürür beraber
Ansızın haykırır bana "-nerdesin?"

Bütün sevgileri atıp içimden
Varlığımı yalnız ona verdim ben
Elverir ki bir gün bana derinden
Ta derinden bir gün bana gel desin.


Merhaba, hoş geldiniz. Bu şiiri okumakla konuşmamızın ortasından başlamış olduk. Şiirin hayatımızda nasıl bir yeri olduğunu anlatmaya bu şiirin atmosferi dolayısıyla geleceğim. Ama oradan başlamayacağım. Şiirin hayatımızdaki yerini anlatacağım sizlere. Konuşmamızın konusu: “Şiir çizgi, şiir nokta”. Yani bir devamlılık, bir esasın süregelmesi manasında şiir, bir de asıl kalınan yer, anlamın tamamlandığı yer olarak şiir. “Şiir çizgi, şiir nokta”. Bütün bunları anlamak için önce şunu bilmek lazım: Şiir hangi dilde, hangi çağda, hangi kültürel ortamda doğmuş ve yerini bulmuş olursa olsun insana yapışık bir şeydir. Yani şiir insanın asli belirtilerinden biridir. Böyle değilse şiir değildir. Neden böyle olduğunu size beyan etmeye gayret edeceğim, inşallah başarırım. Çünkü bir şeylerin söylenmesinden daha çok anlaşılması önemlidir. Şiir dediğimiz olgu insana dil yoluyla yapışıyor. Lisan, telaffuz edilen dil, olmadığı zaman şiirin olmasına imkân yok. Gerçi mesela mimari için “sükût etmiş şiirdir” gibi laflar söylerler; ama şiir dediğimiz gerçek şey bu kullandığımız kelimelerle yapılan bir şeydir. Dolayısıyla önce bu, insanın insanla konuşmasını, insanla dil arasındaki irtibatı doğru yere oturtmamız lazım. Ne menem şey bu? Dilin insanla irtibatı ne? Mesela şöyle diyebilir miyiz: İnsan konuşmasa da insan olabilir? Bunu söyleyebilir miyiz? Bunu anlamak için hepimizin belli bir yaşa gelinceye kadar geçirdiği tecrübelere bakmak lazım.

İnsanoğlu anasının karnından çıkıyor. Ama daha çıktığı zaman, diğer kendine benzeyen, diyelim, bir şekilde en azından biyoloji disiplini içinde kendisine benzetilen, memelilerden farklı bir şey bu insanoğlu. Çünkü insandan gayrı bütün memeliler, diyelim, doğdukları zaman hayatlarını devam ettirecek teçhizatı da beraberlerinde getiriyorlar. Mesela kaplumbağa sırtında evi ile doğuyor. Tavşanın arka ayakları uzun ön ayakları kısa. Neden? Çünkü onu kovalayan tilkiye av olmaktan kurtulabilmesi için yokuş yukarı tilkiden daha hızlı kaçması lazım. Arka ayakları uzun olduğu için onlarla yukarı doğru hızlı sıçrıyor. Tilkinin arka ve ön ayakları eşit. Onun için, yokuş yukarı kaçtığı nda tavşana yetişemiyor. Bunu ifade etmek çok kolay. Hepimiz bunları biliyoruz. Yani temelde insanoğlu doğarken öbür canlıların getirdiği koruma araçlarından, hayatını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu silah ve kalkanlardan mahrum olarak doğuyor. İnsanoğlunun doğarken diğerlerine göre getirdiği üstün özellik ellerinde ve beyninde. İnsanoğlunun beyni diğerlerinin sahip olamayacağı -bugüne kadar olduğuna şahit olmadığımız- bir kapasiteyle donatılmış. Elleri de diğerlerinin sahip olmadığı bir özelliğe sahip. Başparmağı öbür dört parmağı karşılıyor. O yüzden insan eliyle yapılan şeyleri diğerleri yapamıyor. Parmakları bizimkine benzeyen maymunlar var ama onların başparmakları bizim gibi “karşılayan” olmadığı için onlar mesela şişeyi tutarken dört parmağıyla tutuyor. Başparmakları “karşılayan” olmadığı için insanlar gibi tutamıyor. Ben başparmağımı kullanarak tutabildiğim için tutmanın da ötesinde bir şeyler yapabiliyorum. Maymunun yapamayacağı şeyleri yapıyorum. Maymun belki öğretilirse daktilo tuşlarına basabilir. Ama yazı yazamaz.

İnsanoğlu şiirle irtibatını dil vasıtasıyla kuruyor, demiştik. Dil insana mahsus bir şey mi? Hayır. Bütün demesek bile birçok canlının da dili var. İnsanın dili görece olarak çok gelişmiş bir dil ama kuşlar birçok böcekler de çıkardıkları seslerle anlaşabiliyorlar. Hatta arılar özel bir dansla birçok şeyi anlatabiliyor. Bildiğiniz gibi hangi çiçeklerde bak olduğunu anlatmak için o yöreyi keşfeden arı kovana döner ve diğer arıların önünde yaptığı dansla nerede çiçek olduğunu onlara anlatır ve onlar, sanki onlara konferans çekilmiş gibi hep beraber havalanırlar ve o çiçeklerin olduğu yere giderler. Demek ki dil insana mahsus bir şey değil. Ama dilin insana mahsus bir kısmı var. O da ne: Yalan söylemek. Yani diğer canlılar dil aracılığıyla anlaşabilirler fakat yalan söyleyemezler. Şimdi “Bu yalan söylemek de nereden çıktı?” diyeceksiniz. Şimdi biz anamızdan doğduktan sonra belli bir bakım dönemi geçiriyoruz. Bu bakım dönemi aynı zamanda öğrenme dönemimiz, yani dünyayı tanıma dönemimiz. Ama oraya biraz sonra geleceğim. İlk farkına varmamız gereken şey: Siz bebekliğinizi hatırlamazsınız ama ana, baba olanlar bebeklerin geçirdiği süreci gözlemlemişlerdir, bilirler. Çocuk önce yürür, sonra konuşur. Bunu hepiniz bilirsiniz. Yürümek çocuğa öğretilen bir şeydir. Konuşmak, o da öğretilen bir şeydir. Çocuk dilini öbür dünyadan getirerek burada kullanmaz. Şimdi yürümek çocuğa öğretilirken, biliyorsunuz çocuk ayakta durmaya başladığı zaman analar babalar: “tay tay tay” derler, sallarlar çocuğu, yürütürler falan. Ama yürüme dediğimiz hadise sonradan öğrenilse bile yani insana yürümeyi öğretmezseniz dört ayak üzerinde gider, sanmayın ki öyle yalnız başına bırakılan bir insan yavrusu sonunda “yahu, ben insanım, ayağa kalkayım, şöyle bir yürüyeyim” demez. O mutlaka öğrendiği bir şeydir. Fakat ne kadar sonradan öğretilmiş olursa olsun yürümek bizim bedenimizin bir işlevidir. Biz bedenimizin yeteneğini, bedenimizin yapabilme alanını tasrih ederek, tashih ederek yürürüz. Yani dik durur ve yürürüz, bu öğretilen bir şeydir. Ama konuşma böyle değildir. Konuşmayı taklit ederek, duyduğumuz seslerin benzerini veya aynısını çıkararak ve onların ne anlama geldiklerini de keşfederek yaparız. Konuşma dediğimiz şey bizim bedenimizin bir yeteneğinin harekete geçmesiyle elde ettiğimiz bir şey değil. Ya ne? Konuşma suretiyle, bizim çok dışımızda biçimlendirilmiş, anlamlandırılmış, kendi geçmişini içinde taşıyan bir bütünü, bir sistemi kendimize ilişkin kılarız. Konuşmak bizim vücudumuzda, yürümek gibi hazır olan bir şey değildir. Onu kültürün ürünü olarak bünyemize kabul ederiz. Konuşan bütün insanlar bunu yapar. Hangi dili konuşuyor olursak olalım, tenimizin bir parçası olmaktan başka bir şey bizimle irtibatlı olur. Fakat bu başkalık bizimle, bizim aklımızın eremeyeceği derecede mistik, gizli ve aslında ne kadar üstün dilbilim teorileri üretilirse üretilsin izah edilemeyecek bir irtibat kurar, konuşma dediğimiz bu şey. İrtibat tenimizin soyutlamayla kurduğu bir irtibattır. Yani dil bizim kendisiyle alaka kurduğumuz bağ içinde, kendisiyle alaka kurduğumuz süreç içinde bir soyutlamadan haberdar oluşumuzu sağlar bize. Şişe! Bir ses çıkıyor. Bu ses benim somut olarak bu beş duyumla farkına vardığım şeyin bu beş duyumdan tamamen bağımsız, tamamen soyut bir işaret ile soyutlanmasına sebep oluyor. İnşa edilmiş böyle bir şey var. Yani pekala bildiğim, anladığım kendime sempatik veya antipatik bulduğum bir dünya ile ilgili olarak çok mücerret, tecrit edilmiş, soyutlanmış bir dil kullanıyorum. Yani dilim, hiçbir zaman hakiki diyebildiğim şeyle bitişik değil, dilim başka bir şey. Bu başka şey de aynı zamanda -biraz önce dediğim gibi- bilmediğim, hiç anlamadığım bir düzende şekillenmiş bir şey. Böyle tuhaf bir şey bu dil.

İnsanın şiirle irtibatına gelebilmemiz için bir noktayı daha netleştirelim. Benim dünyayı, kendimi tanımam, kendim ve dünya arasında ayrım yapmam sonradan edindiğim bir şeydir. Başından beri sahip olduğum bir şey değildir. Bir bebek kendisiyle dış dünya arasında bir ayrım olduğu bilincini baştan taşımaz. Dünyayı algılarken bir bütün olarak algılar. Dünyayı algılar da demiyelim. Çünkü o zaman algılamak, fark etmek, bilmem ne.. bunlar yok. Bir şeyler hissediyor... Ama bu hissettiği şey kendisi mi, başkası mı, annesi mi, kedi mi? Bunları bilmez bir bebek. Daha sonra, aşama aşama ayrımları fark eder ve sonunda önce annesi dolayısıyla bir istediği şeyle isteyen şey ayrımı yapar. Bir istediği şey vardır, bir de isteyen olarak kendisini tıpkı acıktığı zaman bir şey hissetmesi gibi ya da kakasını yaptığı zaman vücudunun alt tarafında hissettiği şeyler gibi bir de kendi tarafı vardır. Bir başka taraf vardır, o istediği şeydir, bir de hissettiği taraf vardır. Ama dediğim gibi başlangıç bu ayrımdan öncedir. Dolayısıyla biz insan olarak bilinç sahibi olmadan önce dahi bir bütünlük fikri taşırız içimizde. Bir mükemmellik, bir tamamlanmışlık, bir bitmişlik hissi taşırız içimizde.

Şiirin oluşumunda sona varmanın bu bizim başlangıcımızla bir alakası vardır. Biz insansak eğer en başından bir bütünlük hissine sahip olmuşuzdur, sahibizdir. Buna bütün diğer memeliler de sahiptir; ama onlar daha sonraki aşamaları geçirmedikleri için, o ayrımı hiçbir zaman yaşamadıkları için, insandan gayri memeliler hep orada kalırlar. Yani onlar için zaman, dün, bugün, yarın şeklinde bölünemez. Biz sonradan edindiğimiz tecrübeler sebebiyle böyle ayrımlar yaparız. Hatırladığımız şeyler vardır, yaşamakta olduğumuz şeyler vardır, tasavvur ettiğimiz şeyler vardır. Dün, bugün, yarın; bunları biz insan olarak yaşarız. Dolayısıyla her şey biz bebeklikten çocukluğa, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten yetişkinliğe geçerken olan biten şeylerden ibarettir. Hep bir takım tecrübeler yaşarız, deneyler yaşarız. İnsanın zihni deney merkezli, deney temelli olarak çalışır. O bakımdan rasyonalizm dediğimiz şey -felsefenin uğraştığı bir şeydir tabi ki- zihnimizi zora sokar; fakat rasyonalizmin temeli yoktur. Biz her şeyi deney esaslı olarak kendimizle bağlı kılabiliriz. Yani “rasyonalizm hiç yoktur” denemez. Neden denemez? Tıpkı bu “delilik yoktur” demek gibi bir şeydir. Bu iddiada olanlar da var tabi. “Delilik yoktur” diyenler var. Mesela Galile, o ünlü adam, fiziğini kurarken sıfır sürtünmeli ortam varsaydı. Böyle bir şey yok. Dünyada sıfır sürtünme diye bir şey olmaz. Ama bunu varsayıyorsunuz, buna uygun bir matematik hesap yapabiliyorsunuz. Rasyonalizm böyle bir şey, daha sonra felsefede son şeklini bulan şey. Ama biz insan zihni olarak mutlaka deney bazlı, temeli deney olan bir işleyişi biliriz, tanırız ve bu deneyin öncesinde hepimizin bir bütüne ait olduğumuz, kendimizin bir bütün olduğuna dair bir his de vardır. Biz ne kadar değişiklikler yaşıyor olsak da, işin aslında bizim içimizde, bütün bu değişikliklerin olmadığı bir şeyin olabildiğine dair bir fikir, bir anlayış vardır. Ve biz geçirdiğimiz deneyler sebebiyle bir takım sınıflamalar ve biçim-birimler üretiriz. Bunların dilde de karşılığı olduğunu kabul ederiz. Dil bilgisini hepimiz mekteplerde okuduk; isimler buluruz, sıfatlar buluruz, zarflar buluruz, edatlar buluruz. Bütün bunları geçirdiğimiz deney dolayısıyla bir yere oturtabiliriz.


Şimdi, insan zihni dünyayı gözlemlerken bir takım resimleri zihninde oluşturur. Biraz önce söylediğim gibi bunlara birer isim de takabilir, sıfat da verebilir, edat da verebilir. Meselenin can alıcı noktası bu: Şimdi biz gelişimimizin hangi noktasından olursak olalım; bebek olalım, çocuk olalım, ergen olalım, yetişkin olalım, ihtiyarlığı saymıyorum, biliyorsunuz o, sonu ölümle biten hastalıktır; biz bebekken, çocukken, ergen iken ve yetişkin iken dünyayı gözlemleriz değil mi? İster istemez. Yaşamak bu demek. Biraz önce de söylediğim gibi kategoriler de üretiriz, biçim-birimler üretiriz vs. Dünyayı gözlediğimiz zaman bunun, dünyayı gözlemlediğimizin hakikatinin ne olduğuna dair bir ifadeye başvuracağız, değil mi? Bu nasıl olacak? Yani biz: “Duvar sarıdır”, diyeceğiz. Bunu demeden önce içimizde duvarın sarı olduğunu söyleme konusunda bir hazırlık yapmış olmamız lazım. Bu hükmü verirken, bu ifadeyi seçerken bir karar vermemiz lazım. Hitap ettiğimizden nasıl bir tepki bekliyorsak öyle bir ifade buluruz. Yani bir şeyi gözlemledik, bunu söylemek istiyoruz. Söylemek için karşımıza bir şey söyleyeceğiz. Bu söylediğimiz şeyin nasıl bir tepki uyandırmasını istiyoruz? Muhatabımızı neye sevk edeceğiz? Bir şeye inandıracak mıyız? Bir etki uyandırmamız lazım. İşte bu yaptığımız işte ya nazmı kullanırız ya nesri kullanırız. Biz içimizdeki hazırlığı dışlaştırırken ya nazımla ya da nesirle bu dışlaşmayı gerçekleştiririz. Diyeceksiniz ki: “Ne lüzum var. Mutlaka nesirdir bu, nazım sonradan çıkmıştır” Diyemiyoruz. Neden? Çünkü biraz önce söylediğim gibi biz karşımızdakinin bir anlayışa varmasını istiyoruz. O anlayışa vardırmak için bir ifade biçimi bulmak zorundayız. Mesela: “Bana öyle bakacağına yardım et!” diyebilirsiniz. Veyahut sadece -elinizde bir torba olduğunu düşünelim- “aç!” diyebilirsiniz. Bu ikinci söylediğimizden hiçbir şey anlamayabilir diye düşünürsünüz onun için “Bana öyle bakacağına yardım et!” dersiniz. Bu nesirdir. Ama karşınızdakinin sizinle ruhi bir bağ kurduğunu düşünürseniz sadece “aç!” dersiniz. Anlatabiliyor muyum? Hâlbuki “Bana öyle bakacağına yardım et!” uzun uzun bir açıklama. “Aç!”, bütün o “Bana öyle bakacağına yardım et”in hepsidir. Bu durumda “aç!” nazımdır, “Bana öyle bakacağına yardım et!” nesirdir. Çünkü o bir tek hece ile siz aranızdaki irtibat dolayısıyla -belki ortak geçmişiniz var- aranızdaki bağ dolayısıyla her şeyi söylemişsinizdir zaten. Nazım aslında süslü, vezinli, kafiyeli olması yüzünden nazım değildir, en uygun, en gerekli ifadeyi ortaya çıkardığı için nazımdır. Onun için Eski Yunan’dan bu yana zıtlaştığını bildiğimiz iki şey var: Felsefe, şiir. Şiir mi söylemeli, felsefe mi yapmalı?

Felsefe, şiirin yaptığını yapmaya çalışıyor, şiir felsefenin ulaşamadığı bir anlatımı devreye sokuyor. Çünkü gördüğünüz gibi bütün o filozoflar birçok şey yapmışlar Antik Yunan, Sokrates öncesi ve sonrasında. Ama mesela bir Homeros çıkmış şiirle onların yapamayacağı bir iş yapmış. Ne yapmış: Bir millet türetmiş, isterseniz üretmiş deyin, isterseniz yaratmış deyin. Yunan felsefesi değildir Yunan milletini ortaya çıkaran, doğuran; tamamen Yunan şiiridir ki, bir büyük yapı kurmuş. Nazımla nesir arasında bulduğumuz ifade imkânı ve bu imkânın ortaya çıkardığı sonuç bakımından bir fark var: Şiiri nazımla bir başka planda özdeşleştirmek gerekli mi gereksiz mi, o çok uzun bir hikâye. Şiir yoluyla doğrudan, aracısız bir anlatıma ulaşıyorsunuz, nesir ise sizin mantık kalıplarınızın devreye girmesi sonucunda ve aynı zamanda almak istediğiniz sonuçların haklılığını arzu etmeniz sonucunda işleyen bir şey. Nesirle iletişim kurmak hem bir mantık düzeni gerektiriyor; yani adım adım ilerleyerek ve her adımda da kendini tekrar kanıtlayarak yürüttüğü bir süreç var. Ama bununla kalmıyor. Aynı zamanda nesirde anlama kavuşmamız için bir de bizim metinde yer alan ifadelerin öyle olduğuna inanmaktan öte arzu etmemiz gerekiyor. Onun için nesir yoluyla bir iletişim kurduğumuzda arada mutlaka itiraz edeceğimiz şeyler olabiliyor. Hâlbuki şiirdeki ifade vesilesiyle doğrudan doğruya ya üzerimize boca edilen veyahut bir ok gibi içimize işleyen bir şeyle karşılaşıyoruz. Yani şiirle kurduğumuz bağ içinde “şurası şöyle olacak, burası böyle olacak ya da şu aşama burada atlanmış” falan gibi akıl yürütmeler kullanmıyoruz. Şiirde bir heykelle karşı karşıyayız. Dikkat ederseniz şiirin ne olduğunu anlamak için kendi bakış açımız ve onun varlığı yetiyor. Biz bakış açımızı bir milim kaydırdığımız zaman heykel başka bir görünüş sahibi oluyor. Bir heykele tepesinden bakarsanız başka şey görürsünüz, altından bakarsanız başka şey görürsünüz. Şiir de böyledir. Bu, böyle bir tecrübedir insan için. Ama bu tecrübe insanlık tarihinin bir yerine ait bir tecrübe. Yani bugün yaşadığımız medeniyetin varlığıyla, bu medeniyetin alışveriş alanıyla alakalı bir şey. Bu yüzden onun bir gelişim serüveninden haberdar olmamız gerekiyor.

Biraz önce Homeros’un Yunan milletini ortaya çıkardığını söyledim. Bu, bütün toplumlarda üç aşağı beş yukarı böyle olagelmiştir. Bir dilde üretilen referans metinleri, müracaat edilecek metinler o toplumun kimlik ve kişilik kazanmasında belirleyici rol oynamıştır. Az vaktimiz olduğu için size bazı yerleri keserek söyleyeyim. Şimdi madem Yunanlıları Homeros yarattı –Allah yarattı da, bu başka bir şey- Türk milleti diye bir şey varsa bunun ortaya çıkmasına sebep olan bir büyük metin üreticisi olması lazım. Şimdi bu garip bir şekilde, yeni dünyadaki, modern dünyadaki, yeni çağdaki asli bölünmenin eşzamanlılığını da bize gösteriyor. Bizim toplumumuzda Yunus Emre çıkıyor, Batı’da Dante Alighieri çıkıyor. Bunlar üç aşağı beş yukarı aynı zamanlar. Dante’ye Batı Modern Şiiri’nin birinci adımı diyoruz. Ama mesela Amerikalı İngiliz şair T.S. Eliot demiş ki: “Dante ve Shakespeare. Bir üçüncüye yer yok!” kendi anlayışı içinde. Şimdi Dante’nin önemi batı dünyası, batı medeniyeti açısından o ünlü “Divina Comedia”sını yahut işte “İlahi Komedi” diye tercüme ediyoruz, vernacular yani yerli dille yazmış olması. Yani Latince ile değil, Floransa’da konuşulan dille yazılmış olması. Bu Avrupa Medeniyeti’nin başlangıcı. Latince, Roma İmparatorluğu’nun diliydi ve Roma İmparatorluğu ortadan kalktıktan sonra her toplum kendi başının çaresine bakmak için kendi dilini oluşturmak zorunda kaldı. İşte bu süreç içinde başlangıç noktası Dante, Avrupa için. Gerçi Latince’nin kurallı olarak ilk değişime uğraması Fransızca yoluyladır. Fransızca ilk kodifiye edilen, ilk düzene sokulan Avrupa dilidir. Neyse, bunları şuraya gelmek için söylüyorum: Bizim ülkemizde de Yunus Emre, daha sonra bizim bir millet özelliği taşımamıza yarayacak hazırlığı yaptı ya da esasları koydu, temelleri yerleştirdi. Bizim bugün konuştuğumuz dilin ana hattını çekti. Yoksa biz bu topraklara geldiğimiz zaman ifade-i meram bakımından pek parlak bir durumda değildik. Yunus Emre’den sonra bir taraftan Divan Edebiyatı’na doğru bir tarafta yanlış bir şekilde Halk Edebiyatı dediğimiz ama Anadolu’da yaşayan bir edebiyatın doğmasına doğru iki kanaldan ürünler verildi. Bunlar bizim bir toplum olmamızı sağlayan şeylerdir.

Şimdi diyeceksiniz ki: “Bu şiirlerle irtibat kurmayan insanlar adamdan sayılmaz mı? Adam olmak için illa bu şiirlerin desteğine mi ihtiyacımız var?” Bu tarihi bir vakıadır; bizim şiirden başka bir kültürel binamız yoktur. Batıda kapitalizmin gelişmesi onlara bir nesre dayalı, nesir yoluyla da gücünü hissettiren bir edebiyat vermiştir. Onun dışında bilim dili olabilecek bir yapı da kazandırmıştır batıda. Ama bizim ülkemizde şiir, tutunulacak tek dal olarak bugüne kadar gelmiş. Doğrusu bu şiirle bağ kurmayan bir zihni alanın hesaba katılır bir varlık göstermesi mümkün değildir. Nitekim biz toplum olarak bu şiirle, buna Divan Edebiyatı’nı, Halk Edebiyatı’nı, Tanzimat’tan Sonra Batı Tesirinde Türk Edebiyatı’nı, Cumhuriyetten sonraki edebiyatı dâhil ederek söylüyorum bunu: Bizim şiirle sıhhatli ve üretken bir bağ kurmayışımız bütün işlerimizin çıkmaza girmesinin ana sebebidir. Çünkü biz şiirle bağ kurmamak suretiyle kim olduğumuz konusunda, ne olduğumuz konusunda bir belirliliğe ulaşmayı reddediyoruz demektir. Ancak şiirle bağ kurduğumuz zaman kendimizi “aklı başında insanlar” telakki edebiliriz. Çünkü insanın aklı başında olmayabilir, başka yerinde olabilir. Mesela bugün insanların aklı midesindedir ya da başka bir yerindedir terbiyesizce söylersek. Onun için aklı başında insanlar olmamız bizim şiirle kuracağımız bağlantıyla ilgili.

Vaktimiz çok azaldı, bu meseleyi size daha netleştirmek için cumhuriyet sonrasındaki gelişmeye sapmam lâzım hemencecik. Hâlbuki Tanzimat sonrasında doğan edebiyatın gelişimi çok öğreticidir. Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyet kurulmadı bakın. Ben bunu size izah edeyim. İnsanlar şöyle cümleler söylüyorlar: “Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti”. Bu salakça bir laftır. Cumhuriyet kurulmamıştır, ilan edilmiştir. Neden kurulmamıştır, ilan edilmiştir? Çünkü Türkiye’de cumhuriyetçi bir siyasi akım vardı da, bu akım siyasi bir zafer kazandı ve sonunda cumhuriyeti kurdu demek doğru değil. Mesela deseniz ki: “Fransa’da cumhuriyet kurulmuştur.” Bu yerinde bir ifade olur, tabii. Yani ihtilalin öncesi de var ihtilalin kendisi de var. Sonunda ne oluyor? Giyotine gidiyor aristokratlar ve cumhuriyet kuruluyor. Orada “kuruluyor” cumhuriyet. Hatta Alman İmparatorluğu 1918’de mağlubiyete uğradıktan sonra Almanya’da cumhuriyetçilerin özel bir etkinliği var ve cumhuriyet kuruluyor Almanya’da. Ama Türkiye’de cumhuriyet sadece ilan edilmiştir. Bu cumhuriyet demokratik değildir. Biz bunu Mustafa Kemal’in ağzından duyuyoruz. O diyor ki: “Biz demokrat değiliz, biz sosyalist değiliz, biz bize benzeriz”. Bu 1921’de söylenmiş bir laf. Eğer Atatürk’ü yalanlamak istiyorsanız Türkiye’nin demokratik olduğunu yani ilan edilen cumhuriyetin demokratik olduğunu söyleyebilirsiniz, ona rağmen. O zaman olur. Bir de Türkiye’nin laikliği meselesi var. Bu da biliyorsunuz ki 1937’de olan bir şey. Yani cumhuriyet ilan edildikten 14 sene sonra. Cumhuriyet ilan edilmeden önce 1921 anayasası var. O anayasada “Devletin dini İslam’dır” yazıyor. Cumhuriyet ilan edildikten sonra 1924 anayasası var. Orada da “Devletin dini İslam’dır” yazıyor. 1928’de anayasadan “Devletin dini İslam’dır” ibaresi çıkarılıyor, cumhuriyet ilan edildikten beş sene sonra. Ondan sonra CHP’nin altı okuyla beraber laiklik ilkesi anayasaya giriyor. Bunun tarihi de 1937 yanılmıyorsam. Şimdi işte bu zamanlarda bakın bu zamanlarda Kemalettin Kamu ne yazmış:
“Çankaya” diye bir şiir yazmış.

Burada erdi Musa
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter

Ne örümcek ne yosun
Ne mucize ne füsun
Kâbe Arap’ın olsun
Çankaya bize yeter


Bunu anlamak kolay, hazmetmek zor değil mi? Ama bu bir ruh işte… Bakın dikkat ederseniz, Musa var, İsa var ondan sonra başka bir isim yok. Ondan sonra hürriyet var. “Ne örümcek ne yosun” diyor. “Yosun” u kafiye olsun diye uydurmuş ama “örümcek” doğrudan doğruya mağaraya gönderme. Uzatmayacağım, aynı adamın başka bir şiirini okuyacağım.

KİMSESİZLİK

Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kında
Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi
Muztaribim bu duvarın dış tarafında
Şefkatine inandığım biri var gibi

Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el
Kıpırdamak istemiyor göz kapaklarım
Yan odadan bir ince ses diyor gibi: “-gel”
Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım

Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın
Kulaklarım komşuların ayak sesinde
Varsın gene bir yudum su veren olmasın
Başucumda biri bana su yok desin de


Şimdi ikisini de yazan aynı adam. Birinde “Çankaya bize yeter” diyor. Ama bu “Çankaya bize yeter” diyen adam bakın ne diyor: “Varsın gene bir yudum su veren olmasın/Başucumda biri bana su yok desin de” Yani bu kadar kimsesizlik. “Su yok” diyen bile yok. Yani bu çok derin bir hissiyattır. Bizim millet olarak, millet miyiz o ayrı mesele, toplum olarak diyeyim, cumhuriyet sonrasında kendimize bir dayanışma sebebi ve imkânı bulmak için düştüğümüz bunalımdı. Biz bunu beceremedik. Hala bugün miladın 2006. yılında biz millet olma özelliği hâlâ taşımıyoruz. Sebebi de şiirle olan bağımızı sağlıklı bir şekilde kuramadığımızdandır. Bu konuşmaya başlarken Ahmet Kutsi Tecer’in “Nerdesin” adlı şiirini okudum. Dedim ki: “Konuşmaya ortasından başladım.” Meğer dar vakit sebebiyle sonundan başlamışım. Şimdi orada da dikkat ederseniz, gerçekten bir insanın, o, tabiî şiir olduğu için içe işliyor, fakat dikkat edin, “koordinatsızlık”tan doğan bir ıstırabı var. Burada da nasıl Kemalettin Kamu’nun şiirinde “kimsesizlik”ten doğan bir ıstırap varsa Ahmet Kutsi Tecer’inkinde de “koordinatsızlık”tan. Koordinatlarını bilmemekten değil. “Bu durumda koordinat olamaz, nerdesin” diyor. Yani yerin var mı senin? Sonunda tabi “bir gün bana ta derinden gel desin” diyor. O tabii asıl ümit. Ahmet Kutsi Tecer aynı zamanda “Orada bir köy var uzakta” şiirinin de şairidir. Dikkat ederseniz şairdeki temel duygu “Biz bir devletin en önemli yerini işgal ediyoruz ama gerçekte nerdeyiz? Duygusudur. Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de…” Anlatabiliyor muyum? Anlatamıyorum. Anlayın ama siz. Şiir öyle, bu konuşmada anlatmaya çalıştığım gibi, böyle cafcaflı laflar, dokunaklı cümleler meselesi değildir. Şiir bizim insan olarak tanınmamızı mümkün kılan şeydir. Yani gâvurca, İngilizce buna “self-knowledge” diyorlar. Yani “kendilik bilgisi”. Kendilik bilgisini hangi toplum olursa olsun kendi şiirinden elde eder. Biz de burada eğer bir “millet olma” arzusu gösteren, arzusuna meyleden insanlarsak eğer şiiri müracaat edilebilir durumda karar ettirmemiz gerekir. Çünkü şiirden mahrum kalmak ciddi bir tehlikedir. Türkiye’de şiirin uğradığı kaza çok büyük hasara sebep oldu ve bu hasar doğrudan doğruya olması arzulanan milletin ortadan kalkmasını da beraberinde getirebilir. Yani bugünkü siyasi çizgi, insanların siyasete olan bakışları, ne yazık ki, şiirle tamamen alakasız olduğu için Türkiye’nin de hem bir vatan olarak hem de burada yaşayan insanların bir millet vasfını kazanmasını sağlayacak gelişmeler olarak kayba uğramasına sebep olacak bir eğilimi yansıtıyor. Bugün, burada. Aslında ben isterdim, vaktimiz kalmadığı için konuşamıyoruz onları. Şairler, eğer şiirin hasıyla meşgul iseler, Osmanlı Devleti’nin varlığı da dahil olmak üzere, bütün bu toplumsal gelişme ya da değişme içinde çok asli bir işlev üstlenmişlerdir, bir işlevi yerine getirmişlerdir. Şiirin hasıyla meşgul olmamak ihtimali de vardır tabi. Ama burada bir mütekabiliyet söz konusudur her zaman. Şiir, has bir şairin ürünüyse has bir okuyucuya ulaşır. Ben aforizma şeklinde dile getiriyorum bunu yıllardan beri: Şiir şairin neresinden çıktıysa okuyucunun da orasına ulaşır. Dolayısıyla bütün bu şairlerin ne yaptıklarına dikkatle bakmamız lazım. Çünkü biz İstiklal Marşı “şiir” olan bir toplumuz. Bugün o şiir de hasıraltı ediliyor. Dünyada milli çerçevesini şiire borçlu olan tek toplum biziz. Aynı şekilde İstiklal Marşı şiir olan tek toplum biziz. Başkalarınınki şarkı sözü gibidir. Hatta ünlü ‘La Marseillaise’ Fransızların istiklal marşı, istiklal marşı denmez ona milli marş, bizimkidir dünyada sadece “İstiklal Marşı”. Biz dünyadaki yegâne müstakil İslam toplumu olmamız itibariyle bir yere sahibiz. Bu vasfımız ortadan kalktıktan sonra bizim toplum olarak söz konusu edilmemiz mümkün değil. Dediğim gibi İstiklal Marşı’na dönmek ve İstiklal Marşı’nı eğer bir perspektifi bir ufku bir vizyonu –bu zamanlarda çok meşhur olan tabirle söyleyecek olursak- varsa eğer ondan yararlanmamız gerekiyor. Şiir, bu bakımdan vazgeçilmez bir çizgi ve bu bakımdan şiir, üzerinden ayrılınamayacak bir noktadır. Teşekkür ederim.

www.ismetozel.org

Comments