İsmet Özel: Türk Milleti Olarak Varlığımızı Şiire Borçluyuz

TÜRK MİLLETİ OLARAK VARLIĞIMIZI ŞİİRE BORÇLUYUZ


İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü'nün düzenlediği, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi'nin katkılarıyla gerçekleştirilen etkinlikte, İsmet Özel son şiir kitabı "OF NOT BEING A JEW" metnini okudu ve bu münasebetle Türk şiiri üzerine açıklamalarda bulundu. Etkinlik 31 Aralık 2005 tarihinde Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda gerçekleştirildi.

İsmet Özel'in CRR'de Yaptığı Konuşma (31 Aralık 2005)


Alkışlar için teşekkür ederim. Merhaba.
Bir Yusuf Masalı yayınlandığı zaman yine böyle bir salonda kitabı okumuştum. O olay şöyle cereyan etmişti. Kürsüye çıktım, kitabı okumaya başladım ve kitap bittikten sonra da kürsüden indim. Bu sefer öyle yapmamayı uygun buldum. Sizlerle hem şiirleri okumak hem de şiir üzerine konuşmak daha yerinde bir davranış olur diye düşündüm. Hatta bunun bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. Bugün burada şiir dolayısıyla beraberliğimiz birçok dar kafalı insanın sandığı gibi alternatif alternatif bir yılbaşı toplantısı değildir. Bunu özellikle belirtmek istiyorum. Biz burada daha yüksek bazı düşünceler, duygular, anlayışlar dolayısıyla bir iletişim kuracağız. Böyle bir ümidim var.

Türkiye’de işler iyiye doğru gitmiyor. Neden diye soracak olursanız, bunun şiirle alakalı bir tarafı var. Ben ilk kitabımı yayımladığımda yayınlanmış bazı şiirlerimi ilk kitabıma almadım. İlk kitabım 1966 yılında yayımlandı. Bazı şiirlerimi o kitaba koymadım. Daha sonraki kitaplarımda da kitabıma almadığım şiirler oldu. Ama daha sonra yayınlanıp ta kitabıma girmeyen şiirleri, şiirlerimin toplu basımında kitaba ekledim. Bu ne edebiyat eleştirmenlerinin ne şiir okurlarının dikkatini çeken bir şeydi. Halbuki bu önemli bir vakıa idi. Bazı şiirleri kitabınıza almıyorsunuz, sonra onları toplu basımlarda ekliyorsunuz kitaba. Bunların bir anlamı, işaret ettiği bir şeyler olması lazımdı. Böyle hassasiyetlerin kaybolduğu bir Türkiye’de yaşıyoruz. Türkiye’de şiirde ne olup bittiği merkeze çok uzak bir hadise. Toplum hayatının cereyanıyla ilgili düşünce ve davranışlarda şiirin yol açıcı, yön sağlayıcı özelliği Türkiye’de gittikçe kayboluyor. Belki çoktan kayboldu bile. Ama bu çok sağlıksız bir şey. Bu hastalıklı bir şey. Bunu konuşalım diyorum. Bu akşam özellikle şiirleri okuduktan sonra, bu meselelerin aslına ilişkin, esasına mütallik meseleleri açmaya çalışalım. Ama her şeyden önce “Of Not Being a Jew” kitabının yayınladığı kadarıyla, çünkü yayınlanmamış kısımları da var, kitabın içinde işaret olarak bulunan, yayınlandığı kadarıyla okuyalım. Böylece belki bir duygu alanı da açmış oluruz, birbirimizi anlamak için bir atmosfer de doğmuş olabilir şiirleri okuduktan sonra. Ümidim bununla mukayyet.



Bugün burada yaptığımız şey önemli bir şey. Ne anlamda? Bunu izah etmeye çalışacağım. Türk milleti olarak varlığımızı şiire borçluyuz. Bu çok aşırı ve gerçeklerden kopuk bir iddia gibi görünebilir; ama kolaylıkla ve açıkla gösterilebilecek bir hüküm, kabul edilmesi esaslara sahip olan bir hükümdür. Bugün içinde bulunduğumuz meseleler, eğer Türk toplumu ya da Türk milleti, aşamayacağı zorluklar karşısında hissediyorsa kendini ve bir takım ekonomik, siyasi, sosyal olayların kötü sonuçlar doğuracağından korkuluyorsa bunun sebebi bu toplumun şiirle ilişkisini koparmış olmasıdır. Bu kopukluğu bir şekilde tamir etmek lazım. Çünkü dediğim gibi, biz millet olarak varlığımızı şiire borçlu bir toplumuz. Tek başına bu hükmü, saatlerce konuşarak ancak açıklığa kavuşturabileceğim için bazı ana noktaları vurgulamakla yetineceğim.

Türkler gelmeden önce Türkiye diye bir şey olmadığını düşünmemiz lazım. Türkiye dediğimiz toprakların Darü-l İslam haline getirilmesiyle vatan olduğu fikrini birinci önerme olarak kabul etmemiz gerekiyor. Etmeyenlerle ayrıca konuşmak lazım. Bunun da, bu topraklarda yeni bir milletin doğuşuyla alakası var. Yani bu topraklar Darü-l İslam haline gelmekle vatan oldular, ama bu topraklarda bir milletin doğuşu, bu topraklarda konuşulan dilin oluşumuyla alakalı.. Bu dil de dünyadaki dil oluşumlarından çok farklı orijinal bir şekilde seyirle şiir üzerinden oldu. Yani Yunus Emre’yle başlayan milletleşme süreci yaşandı bu ülkede. Yunus Emre’nin yazdıkları bir kanaldan giderek Divan Edebiyat’ını teşkil etti. Başka bir kanaldan giderek -yanlış bir şekilde Halk Edebiyatı dediğimiz- şiiri oluşturdu. Yani dünyada dilin meydana çıkması sonucunda varılmış şiir süreci her toplumda yaşanırken, Türk toplumunda tersi bir süreç yaşandı. Meydana çıkan şiirin oluşturduğu bir dilden bahsetmek zorunda kaldık. Bir toplum oluştu burada ve bu oluşum enteresan bir vakıadır, bütün insanlığı ilgilendiren vakıadır. Neden?

14. asır dünyada kapitalizmin İtalyan site devletleri kanalıyla temellerini attığı sırada Osmanlı devleti de kuruluş aşamasındaydı. Bugün karşımızda küreselleşme globalizasyon falan filan denilerek çıkarılan düzen sebebiyle yüzyüze gelinen şey şu: Bir Pazar ekonomisinden, piyasa ekonomisinden bahsediliyor. İşte bu piyasa ekonomisi dediğimiz şeyin başka bir adı da kapitalizm. Ve bu kapitalizm temellerini İtalyan site devletlerinde atmış. Sonraki aşamalarına bakıp buna isterseniz dünya sistemi adını da takabilirsiniz. 14. yüzyılda başlamış bir şey.

Kapitalizm bir yandan kendi gelişmesini hatta bir bakıma yükselişini yaşarken başka bir yerde kendi mükemmeliyetini hisseden ve hissettiren başka bir toplum vardı. Bu toplum örnek alınacak vasıflarını 19. yüzyıla kadar korudu. 1838 yılına geldiğimiz zaman Osmanlı İngiliz ticaret anlaşması imzalandı. Bir sene sonra da 1839’da Tanzimat Fermanı okundu. Burada bir kırılma noktası başladı ve bu ülkede yaşayan insanlar kendi hayat tarzlarının gereği olan ya da sonucu olan bir edebiyat formunu,Divan Edebiyatı’nı terk ettiler, reddettiler, yeni bir edebiyat formu çıkarmaya gayret ettiler. Batı tesirinde Türk Edebiyatı dendi buna, ya da Tanzimat edebiyatı. Bu nasıl bir şey?

Bu, yani Türkiye’de Divan Şiiri’nin terk edilip Batı Tesirinde Türk Edebiyatı’nın oluşması meselesi, gene bizim insan olarak, insan düşüncesi, insan elinden çıkma kültürel yapılarla olan münasebetimizin bir veçhesini ilgilendiren bir hadise. Osmanlı Devleti bir yaşama tarzı, bir edebiyat doğurmuş ve bu yaşama tarzı, dolayısıyla edebiyat bir şekilde dumura uğramış. Türkiye’de bazı insanlar icbar edildikleri yeni şartlara intibak edip etmeyeceklerini, yani eskiden yok saydıkları dünyanın kendi üzerlerine baskı kurması sonucunda kendi elleriyle yeni bir yaşama imkânı üretip üretemeyeceklerini düşündüler. Bu mesele yeni bir mesele değildi aslında, ama Türkiye’deki bu insanlar ilk defa karşılaştılar bu meseleyle. Bu mesele batı medeniyeti dediğimiz şeyin ta temellerinde olan bir meseleydi.

Yani şu: daha kestirmeden gidersek önümüze şu soru çıkıyor: Şiir ve felsefe arasında bir tercih yapmak insanın önündeki bir mesele midir? Önündeki bir vakıa mıdır? Biz insan olarak dış dünyadan bir şekilde etkileniyoruz. Bu etkilerin sonucunda, dış dünyadan aldığımız etkilerin sonucunda bunların ne mana ifade ettiğine dair bir beyanda bulunuyoruz. Buna konuşma diyoruz. Ve dünyada insanlığın tabiaten getirmediği sosyal olarak sahip olduğu bir şey “konuşma”. Bu konuşma ne biçimde olacak? Bu konuşma karşımızdakine ne olarak ulaşacak? Bir düşünce olarak mı bir şiir olarak mı? Bu soru, dediğim gibi, antik çağda insanların kafasını meşgul etmiş. Bu ayrım, şiir ile düşüncenin arasındaki ayrımın ne olduğu konusundaki tartışma, insanları meşgul etmiş. Türkiye’de medeniyet değişimi söz konusu olduğunda işte bu, başlangıçtaki, antik çağdaki mesele de insanların önüne çıkmış.

Şimdi Aristoteles’in retoriğinde şöyle bir tasnif var. Diyor ki Aristoteles, birilerini ikna etmenin üç yolu var. Logos, Ethos, Pathos. Biz birilerini bir şeye bu üç yolla ikna edebiliriz. Retorikte bu netlikle ifade edilmiş. Logos’la ikna edebiliriz. Logos bir yandan akıl bir yandan söz demek Yunan dilinde. Bir insanı ikna etmek için aklın ve sözün ustalığını, Logos’u kullanırız. Veyahut bir şeyin doğruluğuna Ethos’la ulaşabiliriz. O da, o konuşan ikna edecek olan kişinin karakteri, seciyesi, ahlakı, çünkü Ethos kelimesi bir yandan Etik’e bir yandan da belki de Etno’ya gider. Bir de Pathos yolu vardır. Bir insanı ikna etmek için müşterek duygulanımlar alanını kullanırız.

Şimdi, Divan Edebiyatı terk edilip batı edebiyatı tercih edildiğinde bize bugün garip gelecek bir şekilde Türkiye’de eli kalem tutan ve “yeni bir kültür üretirsek millet olarak varlığımızı devam ettirebiliriz” diye düşünen insanlar retoriğin bu yollarını deneyerek yeni edebiyat kurmaya çalıştılar. Akif Paşa Tanzimat öncesinde ve Tanzimat sırasında Sadullah Paşa, Logos yoluyla bir yeni şiir üretme çabası gösterdi. Namık Kemal, Ziya Paşa gibiler Ethos yoluyla yeni bir şiir kurma çabası gösterdiler. Recaizade, Abdülhak Hamid gibiler de Pathos yoluyla bir yeni şiir kurma çabası gösterdiler. Bu dönem, emekleme ya da iki medeniyet arasındaki tercihte rastlanılan zorluklar, esasların fark edilmesi, tereddütler, sallantılar dönemiydi. Ve “bu sahip olduğumuz dille Avrupai edebiyat yapabilir miyiz” sorusu Tanzimat Edebiyatı sırasında muallakta bir soru idi. Ama hemen Serveti-Fünun’la, yani bir bakıma Tevfik Fikret’le beraber bu mesele aşıldı. Hem Ethos yoluyla Avrupai edebiyat yapılabileceği hem Pathos yoluyla Avrupai edebiyat yapılabileceği (Cenap Şehabettin Pathos kanadını, Tevfik Fikret Ethos kanadını temsil ediyordu,)sarahaten görüldü. Çok kısa bir zamanda bu dil, bu lisan dünya ölçüsünde bir şiir kurmanın imkânını gösterdi, bu imkânın varolduğunu gösterdi ve kanıtladı. Böylece Türk şiirinin modernleşmesine doğru giderken bir Ethos kanalı kullanıldı. İşte bu, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Nazım Hikmet kanalıdır; bir de Pathos kanalı kullanıldı. O da Cenap Şehabettin, Ahmet Haşim, Yahya Kemal kanalıdır. Fakat bu Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte bambaşka bir şekil almak zorunda kaldı. Çünkü Osmanlı batılılaşmasıyla Cumhuriyet batılılaşması tab’an birbirinden ayrı şeylerdi. Mahiyet itibariyle farklı şeylerdi. Yani sanıldığı gibi 3.Selim’den başlayan ıslahat hareketleri, bütün yenileşme olayları Türkiye’yi Cumhuriyet’e getirmedi; bu ikisi ayrı hadiselerdir. Osmanlı batıllaşmasıyla Cumhuriyet batılılaşması, eğer böyle bir şey varsa, (Cumhuriyet’te batılılaşma diye bir şey yoktu, artık batılı kabul ediliyordu Türkiye,) iki ayrı olaydır bunlar. Farkları şurdadır: Osmanlı batılılaşması temelleri İslam’da olan bir toplumun kapitalist dünyada kendine yer açıp açamayacağı sorusuyla vücut bulan, vukubulan bir batılılaşmaydı. Halbuki Cumhuriyet batılılaşmasında böyle bir “köken” meselesi yoktu. Kökleri İslam’da olan bir toplumun yeni dünya şartlarında kendine yer araması diye bir şey yoktu. Doğrudan doğruya dünyanın kabul edeceği bir toplumu inşa etmek, kurulmak diye bir mesele vardı. Şiir doğrudan doğruya bu olay içinde şekillendi ve tabii ki şeklini bulurken kendi vasfını tanımak mecburiyetindeydi.

Bakın bunlar Türkiye’de konuşulmuyor. Şiir konusunda neler olup bittiği anlaşılmadığı için Türkiye’nin düşmanları bundan çok istifade ediyorlar. Bugünlerde özellikle son on senede diyelim ki, onuncu yıl marşı birileri tarafından çok çok söyleniyor değil mi? Başkaları belki buna biraz farklı, garipseyerek bakıyorlar. Onuncu yıl marşının iki şairi var. Bunlardan bir tanesi Faruk Nafiz Çamlıbel, diğeri Behçet Kemal Çağlar. Bu “Çıktık açık alınla” diye başlayan marşın iki şairi bunlar. Onuncu Yıl marşının güftesini yazmışlar. İnsanlar da söylemişler... Gel zaman git zaman, 27 Mayıs 1960 olayı olmuş, ister ihtilal, ister hareket deyin. Bu hadiseden sonra 10. yıl marşının iki şairinden birisi yeni anayasayı yapmak üzere kurucu meclise gitmiş. Bu Behçet Kemal, diğer şair de Yassıada’ya vatana ihanetten yargılanmak üzere gitmiş.

Burada ne gülünecek ne ağlanacak bir şey var. Burada anlaşılması gereken bir şey var. Türkiye’yi yönetenlerin Türkiye’ye bir şeyler vermiş olan insanlarla ilişkisi diye bir şey. Türkiye’ye kim ne vermiş bu çok önemli bir şey. Bence bir toplumda yaşamayı hak etmenin tek ölçüsü o topluma ne verildiğidir. Mesela benim gençliğinde ABD’ye göç etmek söz konusu olduğunda berberler, kuyumcular ve terziler avantajlıydılar. Onların göç başvurusu hemen kabul ediliyordu, vatandaşlıkları kolaylaştırılıyordu. Konfeksiyonda çalışan terziler değil, bizim bildiğimiz klasik terziler. Çünkü ileri derecede sanayileşmiş Amerikan toplumunda böyle işleri yapan insanların sayısı azdı, bu işlerin kaliteli yapılması toplumun ihtiyaç duyduğu bir şeydi. Bunu şunun için zikrediyorum. Bir topluma insanların ne verdikleri onların kazandıkları kıymetle alakalı. Berberler, terziler ve kuyumcular bize aracısız bir şey verirler diye düşünüyordu Amerikalılar.

Türkiye’ye bir şey vermiş insanlarla Türkiye’yi yönetenler arasındaki ilişki bu bakımdan önemlidir. Türkiye kendi yolu olan bir ülke mi olacak? Yoksa Türkiye ortadan kalkacak mı? Üçüncü bir yol yok. Bir ülkenin ya kendi yolu olur yahut o ülke dünyada yürümekte olan düzenin şurasında veya burasında bir yama olur, yahut kendini yok eden gücün bir unsuru olur. İşte Türkiye’de bu konuda Türkiye’nin kendi yolu olması yolunda iş gören tek faaliyet sahası ne yazık ki şiirdir. Türkiye’nin bir kişiliği kimliği ve kendine mahsus bir yolu olmalıdır diyen insanlar sadece şairler olagelmiştir ve bu konuda son zamanlara kadar, diyelim ki 1983 yılına kadar bu, yani şairlerin bu istikamet hassasiyeti, bir işe yaramıştır.. Ama 83’ten itibaren Türkiye’de Türkiye’nin varlığının ciddiye alınması görülmeyen bir şey. Böyle bir ciddiyetten mahrumuz. Şiir konusundaki ciddiyetten de mahrumuz ya da bunların herbiri diğerinin sebebi. Şiiri atladığımız için Türkiye’nin kendime mahsus yolu meselesini gözden kaçırıyoruz ya da Türkiye’nin kendine mahsus yolu bizim derdimiz olmadığı zaman şiiri rahatlıkla çöpe atabiliyoruz. Bize şiir, sadece, Türkiye’nin kendine mahsus bir yolu olacaksa lazım. Olmayacaksa lazım değil. Bu hep böyle yürüyegelmiştir. Mesela dinlediğiniz şiirler bu süreci, Türkiye’nin kendine mahsus yolunu bulma sürecinin kaçınılmaz ürünleridir. Türkiye’de şiir bu şekilde tekevvün etti.

Onucu Yıl Marşı şairlerinin dönemi, 1. Dünya Savaşı sonunda kurulmuş olan bu ülkenin alacağı biçimle alakalı endişelerle örülmüş bir dünyaydı. Onların dünyası, Birinci Dünya Savaşı sonu şartlarına göre kuruldu. Fakat dünya bir değil, iki savaş yaşadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya yeni bir düzenle yüz yüze geldi. Bu düzen Birinci Dünya Savaşı sonrası düzeninden çok daha ciddi, çok daha esaslı bir şeydi, ciddi bir değişim ve belirleyici bir yapı idi. İkinci Dünya Savaşı çıkmasaydı biz 16. yüzyıldan 20. yüzyıla gelmiş değişmelerin tabi sonuçlarıyla yaşacaktık. Ama öyle olmadı. O gelişmenin esasları 1944 yılında değişti. Ne oldu? En önemli değişme, işte, altın para sistemi kalktı yerine kağıt para konuldu. John Maynard Keynes bu işin baş elemanlarından biridir, belki de en “iri” unsurudur. Fakat Türkiye 2. Dünya Savaşı’na girmedi. Girmemesi dünyanın savaş sorası aldığı şekilden etkilenmemesi demek değil. Elbette Türkiye 2. Dünya Savaşı’na girmese de, bakınız İspanya birinciye de ikinciye de girmedi. Ama her iki savaşın sonuçlarından korkunç derecede etkilendi. Türkiye de bu etkiler altında kaldı işte.

Birinci Dünya Savaşı sonucunun bizi nerelere götüreceği meselesini tahlil eden ve bu konuda sondajlamarda bulunan şiir olarak iki şiir karşımıza çıkıyor birisi Nazım Hikmet’in kurduğu diğeri de Orhan Veli’nin kurduğu şiir. Bu iki şiirden biri Orhan Veli’nin kurduğu şiir diyor ki; biz halkın davasını değil halkın zevkini savunuyoruz. Dolayısıyla Nazım Hikmet’in şiirini halkın davasını savunan şiir olarak bir yere oturtmuş oluyor. Ama biz biliyoruz ki Nazım Hikmet şiirinin “geriye doğru sülbünde” önce Mehmet Akif sonra Tevfik Fikret var. Bu halkın davası halkın zevki meselesi, bu İkinci Yeni adını verdiğimiz şiir akımında daha ihatalı ve daha öze ilişkin bir şekilde ele alınıyor. Fakat bunlar nasıl alınıyor, şairlerin entelektüel düzeyleri ya da ilgileri ne merkezdedir ayrıca konuşulması lazım. Mesela Modern Türk Şiiri Metin Eloğlu dediğimiz kişide bir zirveye ulaştı, yani halkın hem zevkini hem davasını savunabilen bir şiir çıktı ortaya.

Sonra ne oldu? Bu şiirin teknik özellikleriyle felsefi temeli arasındaki ilişki sorgulandı. Bu gene şiirde yapıldı. Benim söyleyebileceğim şey Türkiye’de şiirin neye ilişkin olduğunu anlayabilirsek o zaman Türkiye’nin akibetiyle ilgili daha sağlıklı sonuçlara ulaşabiliriz. Ya da kendimizin hangi misyonla karşı karşıya olduğumuz konusunda daha açık seçik fikirlere kavuşabiliriz. Birçoklarının sandığı gibi şiir Türkiye’de böyle cafcaflı laflar, ya da ne bileyim güzel ifadeler falan filan meselesi değil. Türkiye’de şiir ülkenin hayatının teminatıdır. Mübalağa ettiğimi sanmayın. Bugün Türkiye’de siyasi manada birtakım bayağılıklar ya da bariz hatalar ortaya çıkıyorsa, bunun tek sebebi bu insanların şiirle kurdukları irtibatın ya çok zayıf olması yada hiç olmamasıdır. Dolayısıyla bu bir yetişme, kendini yetiştirme, kendini yükseltme meselesidir. O manada insanların önce kendilerine bir kıymet kazandırmaları ve bu vasıtayla başkalarının kıymetini farketmeleri söz konusudur. Eğer kıymetin dolar bazında ölçülebileceği fikrindeysek, bir şeyin kıymeti kaç dolar ettiği ile anlaşılıyorsa, bu bir yoldur, ki şu anda Türkiye o yolu yürüyor; bir de “Türk Şiiri’nin neresine düşüyor” sorusuyla yürünecek bir yol vardır. Sağına mı? Soluna mı? Önüne mi? Arkasına mı? Altına mı? Üstüne mi? Bu da toplumu anlamak için bir ölçü olabilir. Bu ölçü esas alındığı zaman Türkiye’nin milli birliği ya da toprak bütünlüğü meselelerinin mahiyeti çok daha berrak görülür, meselelerin çok daha aydınlatılmış bir sahada konuşulabilir hale geldiğini anlayabiliriz. Ama bu eminim ki bu hiç istenmeyen bir şeydir. Çünkü Türkiye’de insanlar kendi kültürlerini yerini anlama konusunda çekingen davranıyorlar. Çünkü başka bir kültürün kendilerini daha belki mutlu edeceğine filan inanıyorlar. Benim düşündüğüm şu ki, Türkiye’de dolarla ölçülen değerle şiirle ölçülen değer arasında tercih yapan insanların birbirinden ayrılmaları, birbirinden hatta kopmaları, Türkiye’nin lehine olacak bir şeydir. Kimin nerde olduğu bence sarahaten bilinmeli ki ondan bir semere doğsun.
Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. Hayırlı geceler.

ismetozel.org

Comments