İsmet Özel: Türkiye'de Türkiye Hesabına Casusluk Yapıyorum



1. BÖLÜM


“DÜŞÜNCE UFKU” PROGRAMINDA YAYIMLANAN İSMET ÖZEL SÖYLEŞİSİ

PROGRAM YAPIMCISI: YAŞAR TAŞKIN KOÇ
TV5 / 10 EYLÜL 2005





Yaşar Taşkın Koç: Merhaba! Bugünkü konuğumuz İsmet Özel… Kendisi şair-yazar… Onunla son 55 yılı, belki de Türkiye’de olup bitenleri konuşacağız… İsmet Bey hoş geldiniz…

İsmet Özel: Hoş bulduk efendim…

Yaşar Taşkın Koç: İlk başta sormak istiyorum… Doğum gününüzden biraz önce bahsetmiştik… 19 Eylül… O tarihin dünyadaki karşılığı neydi?


İsmet Özel: Ben bunu bir kitabımda da belirttim. Doğduğum sırada, Almanya’nın sınırları içine ABD askerleri girmekteydi. Yani, hani, ne zaman doğdun diye bana sordukları zaman, bu cevabı vermek en açıklayıcı cevap olur diye düşünüyorum. Yaşadığımız günler de zaten 2. Dünya savaşının sona ermesi dolayısıyla doğan şartların oluşturduğu günlerdir. Bugün bazı inanç grupları falan, meselâ 2000’li yılları önemli sayarlar; 2000’de birçok şeyin değişeceği, değiştiği söylenir… Buna inanlar vardır… Ama yaşadığımız günlerin asıl belirleyici vakası 2. Dünya Savaşı’nın sona ermiş olmasıdır. Dolayısıyla ben yaşadığımız günleri ortaya çıkaran olayın doğurduğu bir insanım…

Yaşar Taşkın Koç: Sizinle son 55 yılı konuşmaya çalışacağız… Sizin pencerenizden dünyadaki, Türkiye’deki olaylar… Sondan bir soruyla başlamak istiyorum. Çok tartışılan bir görüşünüz oldu. Yani medyada “Allah, Türkleri üstün yarattı” spotuyla verildi. Bunun altında neler olduğunu okuyanlar biliyorlar. Ben şöyle sormak istiyorum. Sizin yaptığınız Türklük vurgusu “Kâfirle çarpışan Müslüman’a Türk denir” diyorsunuz, bu aslında aynı zamanda “Anti-emperyaliste Türk denir” diye bir formüle edilebilir mi?

İsmet Özel: Hayır, böyle tercüme edilemez. Bir kere bu cümle benim cümlem. Yani medya bir şekilde formüle etmiş değil; “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı.” Biraz önce söylediğiniz gibi Türk tanımı da bana mahsus olan kısmıyla şöyle -sizin aktarmanızda küçük bir sapma vardı- ben diyorum ki; “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir”. Ben kelimeleri dikkatle kullanmaya çalışıyorum, başardığımı da ümit ediyorum. Bir kere, “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” cümlesini işiten insanın acaba neye dikkat etmesi lâzım. Burada insanların ilk dikkatini çeken, hatta tepkisini çeken şey, Türklerin üstünlüğü oluyor. Halbuki cümle şöyle; “Allah, Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı.” Yani sizin bu cümlede itiraz ettiğiniz şey Türklerin üstünlüğü mü, yoksa Allah’ın milletleri yaratması mı? Türklerin üstünlüğüne itiraz edenler, Allah’ın milletleri yarattığı görüşünü kabul ediyor mu? Ha, o zaman, ediyorsa işleri baştan tekrar düşünmemiz lâzım. Çünkü benim itikadıma göre, tabiî ki Allah her şeyi yarattığı gibi milletleri de yaratmıştır. Ve Türklerin durumu da bu anlamda Allah’ın tayin ettiği bir durumdur. Bu mânâda Allah’ın dinini yüksek yerinde muhafaza etmek üzere fedakârlığı göze alan insanla Türklük arasında bir bağ vardır.

Yabancılar bize, kibar bir kelime kullanmak adına Türk kelimesini kavim bağlamında dayattılar ve bir çok insan da böyle kabul etti. Kavim bağlamında, bağlam kelimesi de gavurca “context” kelimesinin karşılığıymış, o anlamda kullanıyoruz… Kavim anlayışı içinde Türklüğü anladığınız zaman pek fazla anlaşılır bir şey ortaya çıkmıyor. Ama tarihî yer itibariyle Türklüğü anladığımız zaman herkes kendi Türklüğü üzerinde bir akıl yürütme karşısında kalacaktır; “Acaba ben de Türk müyüm”, diye.

Bir kere Haçlı Seferleri’nin Türkler’e karşı düzenlendiğini akılda tutmak lâzım, bu mânâda. Ve aynı Haçlı Seferleri’nin Grek Ortodoksları ne kadar zarara uğrattığını da hatırda tutmak lâzım. Dolayısıyla tarihî çerçeveyi kavramayı başarırsak, o zaman, bugün benim “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” demekle neyi murad ettiğim daha kolay anlaşılır.

Tabiî ki söylediğim sözün hemen şu gün sonuç alacak bir pratik değeri vardır. Çünkü ben, “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” dediğim zaman, Türklerden bir şey beklenildiği düşüncesi canlanıyor. Halbuki bugün aktüel olarak Türklerden bir şey beklenilmemesi dayatılan görüş. Tam tersine Türk olmayanlardan Türkiye sınırları içinde bir şey beklenmesi hatta bir şey ortaya çıkarmaları bekleniyor… Bu bir plan… Benim sözlerim bu plana ciddi bir sabotaj bence…

Yaşar Taşkın Koç: Sabotaj dediniz. Ben de onu sormak istiyorum. Hem sabotajı biraz daha açmak gerekecek, hem de sabotajın karşılığı olarak… Sabotaj yerini buldu mu?

İsmet Özel: Henüz bulmadı, hayır… Ben bir yazımda da belirtmiştim; “Türkiye’de Türkiye hesabına casusluk yapıyorum.” Böyle bir şey var. Böyle bir şey yapmak zorunda kalıyorsun. Türkiye’de Türkiye’nin çıkarlarını savunmak ancak bir casusun yapabileceği bir şey haline geldi. Çünkü Türkiye’de bir yetki ve etki alanı elinde tutmakla Türkiye’nin çıkarlarını korumak uzlaşmaz şeyler haline getirildi. Yani Türkiye’de size yetkiyi devredecek olan kişi Türkiye üzerine hayırlı hesapları olmayan kişi olmuş oluyor. Bu öyle bir darboğaz ki, öyle bir sıkboğaz edilme hâli var ki insanlar hep ehven-i şerle savunuyorlar kendilerini. Bunun en bariz belirtisi işte AB meselesi. İnsanlar AB’ye girmeyi Türkiye’nin varlığının tescil edilmesi bakımından kaçınılmaz sayıyorlar ve öyle durumlara işaret ediyorlar ki çoğu insan çaresiz boyun eğiyor bu kötü şartlara…

Yaşar Taşkın Koç: Ama giremeyeceğimizin aslında neredeyse netleştiği günlerdeyiz. Hadi belki bir kaç gün önce başka şeyler savunulabilirdi, ama şu ara, işte Kıbrıs meselesinde de görüyoruz ki artık giremeyeceğimiz anlaşıldı. Peki, o zaman varlığımız tescil edilmeyecek mi bu görüşte olanlara göre? Giremezsek ne olacak? O bakış açısı için söylüyorum.

İsmet Özel: Şimdi bu hikâye, -gerçekten bir hikâyedir- bu hikâye bugün başlamış değil. Bu hikâye 1918’de başladı. Bazıları derler ki, Türkiye Avrupa’nın 1856’da bir parçası oldu. Paris Anlaşması falan filân… Bunlar da aslında bir hikâyenin ön hazırlıklarıdır… Yani tarih bize bir şey öğretiyor mu öğretmiyor mu ona bakmak lâzım.

1918 yılı 1. Dünya Savaşı’nın bittiği yıl. 1918 yılı Türkiye’de Türkiye diye bir şeyin kalmadığının düşünüldüğü yıl. Avrupa medeniyeti, askerî güç ve siyasî organizasyon olarak İslâm’ın tarihten silinmesini 1918 yılında sevinçle karşılamıştı. Bir şekilde bakmamız lâzım. Dünyada İslâm’ı askerî güç ve siyasî organizasyon olarak temsil eden unsur Osmanlı Devletiydi. Biz, Osmanlıların şurasına burasına ne dersek diyelim, dünyada bu iş böyleydi. Bu durum bir sürecin ifadesi olarak o haldeydi ki 17.yüzyılın başında bütün yerkürede refah, sosyal düzen ve hayatın deveranı bakımından daha iyi bir alan bulunmadığını hatırlamak lâzım. Osmanlı devletinden başka hiçbir ülke yoktu ki daha güçlü bir ordusu olsun. Hiçbir ülke yoktu ki sosyal hayatı Osmanlı’dan daha intizamlı bir akış içinde olsun… Böyle bir ülke yoktu. En parlak, en özenilebilir yer orasıydı. 17 yüzyıl… Çok eski bir zaman değil. Ama kapitalist medeniyet meseleye başka bir çehre kazandırdı. Ve bu biraz önce saydığımız üstünlükler farklı anlamlar taşımaya başladı. Askerî üstünlük, refah, sosyal hayatın intizamı gibi şeyler Osmanlı Devleti’nde kazandığı özelliklerini kaybetti. Başka bir karakter kazandı. Şunu kendi kültürümüz açısından tespit etmekte yarar var: “Azıcık aşım, ağrısız başım” diye bir söz var bizim dilimizde. Hâlâ var gibi görünüyor ama yok artık böyle bir şey. Bu sözün anlam taşıdığı alan Osmanlı Devleti’nin kurduğu düzen içinde oluşmuş bir alandı, ama bu kapitalist medeniyet böyle bir şeyi kaldırmıyor, böyle bir şeye tahammül edemiyor, yani bir kere eğer aşın azaldıysa, başının ağrısını artıyor. Ve tam tersi de oluyor; Başının ağrısını artırarak zengin de olabiliyorsun, falan… Böyle bir tuhaflık doğdu… Demek istediğim Osmanlı’yı parlak kılan dünyadan başka bir dünya oluştu ve bu dünya Osmanlı Devleti’ni süpürürken aynı zamanda İslâm’ın yüce değerleri temsil ettiği fikrini de berheva etti.

Yaşar Taşkın Koç: İslâm’ın örneği sizsiniz, diyerek mi, Osmanlı İslâm’ı da temsil ettiği için mi?

İsmet Özel: Osmanlı Devleti’nin varlığına en büyük destek İslâm’dan geliyordu. Yani Osmanlı Devleti’nin Müslümanlığını çekin, patır patır aşağı düşer. O mânâda Osmanlı Devleti ideal bir İslâm düzeni üretmedi, fakat Osmanlı Devleti İslâm’a dayanarak ayakta kalabiliyordu ancak. Bu yüzden Tanzimat’la birlikte Osmanlı Devleti dayanaklarından İslâm’ı uzak tuttuğunuz zaman ikisi birden zarar görecekti bu işten ve öyle de oldu.

Yaşar Taşkın Koç: 1918’e kadar geldi diyorsunuz…


İsmet Özel: Evet… Tanzimat’ın ilânından 1918’e kadar bir süreç yaşandı. Bu süreç Avrupa’nın lehine Osmanlı Devleti ve İslâm’ın aleyhine olarak 1918’de noktalandı. Bizim bu ülkede yaşayan insanların kendilerine mahsus bir erk alanı, iktidar alanı 1918’de yoktu. İşte İstiklâl Harbi böyle bir erk alanını, böyle bir yapabilirlik alanını temin etme bakımından tarihin dönüm noktası. Modern hayat nasıl İslâm’la Batı’nın farkı dolayısıyla tebarüz etmişse, İstiklal Harbi’yle Türklerin kendilerine bir hayat sahası temin etmeleri bu modern hayatın içinde özel bir durum olduğunun da tescili mânâsına geldi. Fakat bu o kadar tehlikeli ve zoru zoruna elde edilmiş bir imkân idi ki, hakkıyla kullanılmadı. Türkiye 1923 yılında bir vatan elde etti fakat bu vatanın vasıflarını örterek bugüne geldi… Türkiye vatanlık vasfını tebarüz ettirirse belâya uğrayacağından korktu. Aslî vasfını örterse ancak ayakta kalabileceği korkusuyla bugüne geldi…

Yaşar Taşkın Koç: Anayasa değişikliğinden mi bahsediyorsunuz? Mesela “Dini İslâm’dır” ifadesi kaldırıldı…

İsmet Özel: Şimdi şöyle… Osmanlı Devleti vatansız milletsiz bir devlet idi…

Yaşar Taşkın Koç: Bunu da söylüyorsunuz...

İsmet Özel: Osmanlı Devleti sunuf-u devletle ayakta duruyordu. Bu özelliklerini de Tanzimat’la beraber terk etti, ne yapacaktı? Modern, yani Avrupa’dakilere benzer bir işleyiş temin ederek ancak hayatını idame ettirebilirdi. Bu da aslında imkânsızdı çünkü en bariz olan şey din farkıdır. Şimdi biz 1918’de biten şeyin yeniden doğuşunu sağladığımız zaman, yani Türk varlığı tarihten silinme tehlikesini atlattığı zaman elimizde bir tek vatanımız vardı. Peki başka ne lâzımdı; Millet… İşte bu, geçirilen süreç içinde temin edilemedi. Yani böyle bir şey temin etmek üzere bir şeyler yapılması gerekirdi. Bunları yapmaya hiç kimse cesaret edemedi…

Yaşar Taşkın Koç: Peki milletin tanımından çok kısa girip devam edersek, ne olmalıydı, yani Türk milleti deyince sizce ne olmalıydı, ya da şu anda şu Türkiye Cumhuriyeti sınırları üzerinde yaşayan insanların bir millet olup olmadığını nasıl anlayabiliriz?

İsmet Özel: Millet, her millette tarifini yeniden bulan bir şey… Yani her milletin millet olma şartları diğerinden farklı. Ama ortak noktalar, bazı genel bölünmeler yapabiliyoruz. Bir tanesi meselâ kavme dayalı bir millet, Çin. Çinli olmadıkça Çin milleti olmaz. Ama aynı şey Hintli için söz konusu değil. Hint başka bir şey, o özel bir Hint kültürü…

Yaşar Taşkın Koç: O kültür Yahudiler için Tevrat belki...

İsmet Özel: Yahudiler için evet… Heinrich Heine’in sözü o, “Tevrat portatif bir vatandır.” Yahudiler için din diyebiliriz…

Yaşar Taşkın Koç: Amerikalılar için ekonomik midir belki...

İsmet Özel: Yalnız Amerikalılar için değil. Bütün Batı medeniyeti için de. Batı medeniyeti içinde bütün milletler, millî pazarla kurulmuş devletlerin milletleridir. Yani orada milletler söz konusu olduğu zaman, İngiliz milleti, İskoç milleti falan demiyoruz. Orada bir Britanyalılık diye bir şey var. Neden? Çünkü orada millî varlık “ada” ile sağlanmış bir şey. İlk defa Avrupa’da Frenk hadisesi, zaten diliyle beraber Fransa’da çıkmış. Neden? Çünkü kapitalizmin ticaret kapitalizmi aşamasında ilk defa merkezi, dolayısıyla milli pazar kurabilen, ticaret kapitalizmini bünyesinde gerçekleştirebilen, feodal unsurların iktisadî gücünü merkeze devretmeleri suretiyle millet halini sağlayan Fransızlar. Ama akabinde Hollandalılar doğrudan doğruya finans gücünün kendi topraklarında hâkimiyet kurmalarını sağlaması suretiyle bir millet oluşturmuşlar. Kapitalist ilk millet Hollandalılar…

Yaşar Taşkın Koç: Kıta Avrupa’sında genelde ekonomik sebeplerle bir milletleşme var o zaman...

İsmet Özel: Tabiî… Meselâ Alman Birliği dediğimiz zaman Alman Birliği’ne giden ilk adımda Gümrük Birliği vardır. Aynı şekilde İtalyan Birliği’nde de küçük küçük krallıkların birleşmeleri… Tabiî orada birçok başka unsur da işin içinde… İsviçre diye bir milletin olması? İsviçre diye bir millet var mı, o tartışılır, ama kendilerini millî pazarları sebebiyle öyle sanıyorlar...

Yaşar Taşkın Koç: Ruslarınki de dil mi?


İsmet Özel: Aslında biliyorsunuz, bir Rus’u kazırsanız altından Tatar çıkar. Onun için onlarınki de Tatar istilâsında oluşmuş olan bir…

Yaşar Taşkın Koç: Refleks…

İsmet Özel: Ortodoks kültürdür…

Yaşar Taşkın Koç: Din ağırlıklı bir millet…

İsmet Özel: Yani…

Yaşar Taşkın Koç: Bize gelelim…

İsmet Özel: Bizim varlığımız tarihsel rolle açıklanabilecek bir şeydir. Türk milleti bir rol sahibi olmakla millet olmuş bir millettir. Türk milletinden tarihî rolünü alın, hiçbir şey kalmaz geride.

Yaşar Taşkın Koç: O zaman, biz, Cumhuriyet kurulduktan sonra tarihî bir role sahip olmayı mı bekledik, bunlar istisna mıydı?

İsmet Özel: Biz Cumhuriyeti kurmak suretiyle tarihî rolümüzü vurguladık. Ama bu vurguyu fazla devam ettirirsek bizi pişman ederler, korkusuyla işler sulandırıldı ve bugünkü yere geldik…

Yaşar Taşkın Koç: Pişman ederler miydi? Etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlardı mutlaka da…

İsmet Özel: Şöyle bir şey var, Türkiye’de, hep bunu söylüyorum, bir irade ortaya çıkmış olsaydı ve bu iradenin bekçileri bir şeyleri göze almış olsalardı çok kolay aşılacak bir zorluktu. Fakat ben her zaman söylüyorum; zihni yeterlilikle ahlâkî kapasite örtüşür. Türkiye’de insanlar satın alınmayı reddedebilecek ahlâkî üstünlüğü gösteremediler. Herkes… Ne yazık ki böyle bir şey… Bunun mazereti vardır, insanlar “viran olası hanede evlâd-ü iyal var” der. Çok eski bir lâftır. Böyle bir felâketi yaşıyoruz. İnşallah İstiklâl Marşımız yerini sağlamlaştırır. İstiklâl Marşımız “ Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diye başlıyor, çünkü o korku vardı…

Yaşar Taşkın Koç: Bunun vurgusudur…

İsmet Özel: Biz bu korkuyu aşarak varolduk… Mehmet Akif diyor ki, “Korkma sönmez bu şafak!..”

Yaşar Taşkın Koç: Sizin bir yazınızda da vardı. İstiklâl Marşı bugün suç unsuru, yasadışı bir şey… Belki çok basit olacak ama, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyor. Bu bütün Cumhuriyet tarihindeki girişimlere aslında ters bir tutum…

İsmet Özel: Şimdi bu ciddi bir şey. Yani bunu Türkiye’de yaşayan herkesin hesaba katması lâzım. Nedir o ciddi bir şey? Bizim varlığımız, biz kendimizi nasıl tarif edeceğiz. “Biz Müslümanız ama laikiz!” Buna deli saçması demek bile söyleyene iltifat etmektir. Bir şeyi inkâr etmek, Türkiye Cumhuriyeti’ni inkâr etmektir. Neyi inkâr etmek? Bize varlık kazandıran şey Müslümanlığımızdır. Millet olarak. Onun için Lozan Anlaşması’nda gayrimüslim unsurlar denir. Bunlar Ermeni, Rum, Yahudi, Süryanî… diye, sayılmamıştır… Gayrimüslim unsurlar azınlık kabul edilmiştir. Bu ne demektir? Bu devlet Müslüman milletin bir devletidir. Ha, gayrimüslimler burada yaşayamazlar mı, yaşarlar, hatta onların azınlık hakları, tırnak içinde, “imtiyazları” vardır. Çünkü bunlar eğer imtiyaz olmasaydı 1926 yılında Yahudiler, “Bu imtiyazları reddediyoruz” diye devlete başvurmazlardı. Yani Yahudiler toplumla kaynaşabilmek için Lozan’daki imtiyazlarını reddettiklerini ilân ettiler.

Yaşar Taşkın Koç: İmtiyaz istemiyoruz dediler…

İsmet Özel: İmtiyaz istemiyoruz, dediler. Toplumla kaynaşabilmek için. Şimdi demek ki Türk milleti Müslüman millettir, bu Müslüman milletin içinde tabiî ki gayrimüslümler yaşayabilir. Ateistler de yaşayabilir mi, onu ayrıca konuşuruz. Türkiye’de birçok insanın derdi bu. Yani “Ben, tamam, gayrımüslim değilim ama İslâm’a da inanmıyorum, İslâm’a da bağlı değilim” diyor ve soruyorlar: Benim bu toplum içindeki yerim ne?, onu konuşuruz…

Yaşar Taşkın Koç: Konuşmaya gerek kalmadan da pratikte çözülmüş gibi durmuyor mu? Yani bu gündeme gelmediği için, tanık olmadığım bir tartışma olmadığı için konuşuyorum. Yani kimseye ateist diye özel bir muamele yapılmıyor…

İsmet Özel: Yapılmıyor ama sosyal olarak Türkiye’de hâlâ ateist güvenilmeyen bir insan muamelesi görür. Bir insan dini ne olursa olsun bir dine mensup olduğunu söylediği zaman kendine bir yer bulur. Ama “ben hiçbir dine mensup değilim” diyorsa o zaman şüpheli bir insandır. Türkiye’de böyle algılanır…

Yaşar Taşkın Koç: Peki o millet olma, Türklerin millet olması için bir irade göstermeleri gerekiyor, bir şey yapmaları gerekiyordu, diyorsunuz ve Cumhuriyet’te çekingen davranılarak kaybedildi bu şans…

İsmet Özel: Şimdi Cumhuriyet öncesinde başlayan bir süreç bu. Ne yazık ki bizim tarihçilerimiz yok! Bazı şeylere dikkat etmiyorlar. Ve Türkiye’de tarih disiplini Avrupa kaynaklı ve destekli. Osmanlı Devleti vatansız milletsiz bir devletti. Bu vasıf, Haçova Meydan Muharebesi’nde değişti. Bu devletin bir milleti olması gerektiği meselesi Haçova Meydan Muharebesi’nde ilk işareti verdi. Neden? Ben Türk tarihinde Haçova Meydan Muharebesi’ni dönüm noktası sayıyorum. Sebebi basit… Haçova Meydan Muharebesi’nde devlet hezimete uğradı, millet olaya el koydu. Ve zaferi millet kazandı. Yani Haçova Meydan Muharebesi’nde ordunun esas unsuru olmayan kesim ellerindeki nacaklarla, satırlarla düşmana saldırdılar. Ve Hıristiyanlar’ı öldürmelerinin akabinde etrafa şöyle nida ettiler: “Kâfir kaçtı!..” Bunun üzerine bozulan asker dönüp zaferi tamamladı. Şimdi bu dönüm noktasıdır. Yani bir takım insanlar “Kâfir kaçtı!” diye bağırdı. Öbürleri de “Kâfir kaçmış” diye duruma müdahale ettiler, duruma katıldılar. Bakınız bu hep böyle oldu. İstiklâl Harbi’nde de böyle oldu. “Kâfir kaçtı” dendikten sonra, ondan sonra bizim hesabımızı başkaları gördü. Anlatabiliyor muyum?

Biz Müslümanlar “Kâfir kaçtı” diyenler olduk her zaman, fakat devletin ve sosyal hayatın deveranında kâfirin kaçmasından istifade edenler “Kâfir kaçtı” diye bağıranlar olmadı… Ben bir yazımda da belirtmiştim. Birçok insan, kayıtlardaki “Firar etti” ibaresinin üzerine nokta koyarak “Karar etti” deyip İstiklâl Madalyası almıştır bu ülkede… Adam askerden kaçmış ve kayıtlara da “Firar etti” diye yazmışlar. F harfinin üzerine bir nokta daha koydun mu “Karar etti” oluyor; “kaf” oluyor…

Yaşar Taşkın Koç: Peki daha sonraki aşamalara gelirsek 30’larda, 40’larda, 50’lerde, 60’larda ne oldu da Türkiye bu şansı birkaç kere yakalama ihtimali varken yapamadı, yani millet olma şansını?

İsmet Özel: Şimdi şöyle bir şey var: Osmanlı Devleti Batı’dan sağanak halinde üzerine yağan bir modernleşme ideolojisiyle hemhal olmak, hesaplaşmak mecburiyetindeydi. Bu hesaplaşmasını bir şekilde yaptı. Bu modernleşme ideolojisinin merkezî tezlerinden bir tanesi dinin, toplum hayatında yön verici özelliğini kaybettiğiydi. Bunu Avrupa’daki modernleşmeciler de kabul etti. Ve bu modernleşmeci tavır Türkiye’ye bu dinden uzaklaşma şeklinde yaradı. Dolayısı ile dinden bir kurtuluş malzemesi sağlamak yukarı tabakalar tarafından ancak bir aldatmaca, bir ‘milleti yola sokma’ şeklinde algılandı. Osmanlı döneminde devletin çöküşünü geciktirmek için dinden yararlanma ve Cumhuriyet ilân edildikten sonra da dindar zümrelerden Türkiye’nin daha üst bir modernlik basamağına çıkması için bir aldatmaca ve milleti işe koşma yolunda bir yardım talep etme süreci bizi bu günlere getirdi. Ama dinin aslının hayatımızı yönlendirmesi meselesi hiç hesaba katılmadı. Yani Türkiye’de Kemalist devrimler gerçekleştiği zaman bunun çok normal, yerinde, isabetli bir şey olduğu her okur yazarın düşündüğü bir şeydi. Neden? Çünkü dünya bir şekilde böyle gidiyor… Yani dinden bir kurtuluş beklenmiyor. Modern çağda hiç bir zaman ve hiç bir ülkede dinin yönlendirici bir karakteri olduğu öne çıkarılarak bir siyasî düzenleme yapılmamış. Bu 1948’de İsrail’in kuruluşuna kadar modern dünyada böyle. Şimdi millet nasıl bir şey olabilir sorusu, bu şartlar altında, “aslı Müslüman olan bir toplumun İslâmiyet’ten aldığı güçle milli karakterini sağlamlaştırabilir” şeklinde cevaplandırılması imkânsızdır. Ama mesele başka türlü cereyan ediyor. Bizim modernleşmemiz her türlü aşamada Tanzimat’tan itibaren de böyle, İslâmiyet’in yeniden keşfi yoluyla oldu. Yani bizim modernlik yolunda adım atmamızı öngören unsurlar, “İslâm böyle değil” diyerek halktan destek buldular. Bu son dakikalara kadar da geldi… Meselâ diyelim ki Kemalist devrimler arasında eğer bir kıyafet devrimi varsa, Modernist İslâmcılar dediler ki: “İslâm’da bir kıyafet standardizasyonu yok.”

Yani demek istediğim şu: Bizde modernleşme, İslâmlaşmayla at başı gitmek zorunda kaldı. İnsanları “İslâm’ın aslında bu vardır”, diyerek modernliğin içine çekebildiniz. Sonunda işte bizim Türkçülerimiz de Afganî’den falan etkilendiler netice itibariyle. İslâmcılarımız da öyle, yani Mehmet Akif rahmetli Abduh’tan falan etkilendi. Bu böyle gidiyordu. Peki, giden şeyde, aslında şimdiye kadarki konuşmalarımızda ihmal ettiğimiz bir şey var... Hiç zikretmediğimiz; Dünya sistemi. Dünya sistemi kendi bünyesine aldığı toplumları bir şekilde biçimlendiriyor. Türkiye’de 1908 yılından itibaren, yani II. Meşrutiyetten itibaren Türkiye’yi biçimlendiren bir tavır göstermiştir. Dolayısıyla Cumhuriyetin ilânından sonra bizim millet meselemiz dünya sisteminin taleplerine cevap vermekle at başı gitti. Biz burada “millet olacağız” derken aynı zamanda sistemin bir “sahici birimi” olacağız manası taşımaya başladı…

Yaşar Taşkın Koç: Vatanı aldık ama millet olma konusunda…

İsmet Özel: Milleti de dünya sisteminin bizi soktuğu şekle bıraktık. Ama şu olmadı hiçbir zaman: “Biz başka milletlerin ayaklarının altında kalmayacağız. Biz başka milletlerin oyuncağı olmayacağız”, diyen bir irade Türkiye’den yükselmedi. Bu yüzden de Türk’e ait bir duruş, ses, ritim… böyle bir şey aranmadı. Yani aranmayınca da ne olacak, hiçbir şey olmadı netice itibari ile…

Yaşar Taşkın Koç: Aranmadı ama gene de çıkmadı mı? Çünkü belki bundan sonra buna da bakabiliriz. Türkiye’de acaba şu anda konuştuğumuz tartıştığımız sorunlara alternatif çözümler üretme ihtimali doğmadı mı? Yani 50’lilerin, 60’ların, 70’lerin… Türkçü, solcu daha sonra İslâmcı akımlar arasında ya da fikirleri, düşünürleri arasında hiç itiraz eden insanlar olmadı mı? Örneğin İşçi Partisi’nin kuruluşuyla gelişmesinin siz zaten bizzat içinde bulunan insandınız, o proje sizce nereye kadar sağlıklı ve Türkiye’ye özgüydü? Nereden itibaren koptu? Belki bunları da konuşarak Türkiye’de heder edilmiş şanslar var mı?

İsmet Özel: Şunu düşünün ki Türkiye ve İran Avrupa’ya çok yakın olmaları sebebiyle 19. yüzyıl boyunca, günümüze kadar yabancı gözlemcilerin müdahaleleri olmadan kıllarını kıpırdatmamışlardır. Avrupa’ya yakınlıkları itibariyle. Bu çok önemli bir şey. 1908 dedim… Dünya sisteminin Türkiye’ye el koyduğu zaman. Aynı zaman İttihatçıların zamanı.

Yaşar Taşkın Koç: Onlar da Türkiye’ye el koydu, yönetime el koymuşlardı…

İsmet Özel: Ama İttihatçılar iddia sahibi adamlardı. Ve 1908’de onlar iktidara gelmeden 2-3 sene önce 1905’te Japon-Rus savaşı olmuştu. Bu savaşta Japonlar Rusları yenmişlerdi. Bu, dünyayı çok şaşırtan bir şeydi. Çünkü modern çağ başladığından bu yana Avrupalı kabul edilen bir millet Asyalı olduğundan şüphe edilmeyen bir millet tarafından mağlubiyete uğratılıyordu. İttihatçılar Japonlara başvurdular, dediler ki “Siz bu numarayı nasıl çektiniz, bize de öğretin, biz de böyle bir numara çekmek istiyoruz…” Bu teklifi Japonlar reddettiler. Gerekçe olarak da şunu söylediler: “Avrupa’ya bu kadar yakın bir bölgede Avrupa’ya meydan okuyamayız…” Buradan ne anlıyoruz, buradan tek şey anlıyoruz ki Japon kalkınması adı verilen şey müsaade edilmiş bir şeydir. Yani Avrupa’nın burnunun dibinde olduğu zaman Avrupa’ya zarar verecek bir şey yapamazsın. Bu vesileyle belirtmek istiyorum. Neyi belirtmek istiyorum, çok önemli bir şeyi, bu diyeceklerim hiç kimse tarafından dile getirilmiyor… Ermeni katliamı konuşuluyor. Ermenistan’ın Türkiye’den toprak isteyebileceği ihtimali üzerinde duruluyor falan… Bu işler bambaşka, gerçeklerden çok kopuk bir şekilde konuşuluyor ve tartışılıyor. Neden? Çünkü biraz önce söylediğim şey. Avrupa’nın burnunun dibinde Avrupa’ya meydan okumak meselesi. Ermeni kavmi bütün değerini zanaatkârlıkta bulan bir kavimdir. Ermeniler tarihin en eski çağlarında yani Ermeni diye bir şeyin ortaya çıkmasından itibaren, Hıristiyan olmalarından da itibaren çünkü Ermeniler dünyadaki Hıristiyan ilk devlet. Yani o tarihte bireysel Hıristiyanlaşmalar var. Ermeni feodal beyleri Hıristiyanlığı kabul etti ve bütün tebaa Hıristiyan oldu… Öyle bir özellikleri var.

Yaşar Taşkın Koç: Ama zanaatkârlıkları…

İsmet Özel: Çok önemlidir…

Yaşar Taşkın Koç: Osmanlı’da da öyleydi zaten…

İsmet Özel: Tabiî, bizim ta Selçuklular döneminden itibaren taş ustalarımız bilmem ne, hepsi Ermeni’dir…Bugün gidin Türk evleri diye bütün Anadolu’yu gezin en iyilerini Ermeniler yapmıştır. Yani o Türk evleri var ya haremlik-selamlıklı, onların iyisini arayın, bulun… Kim yaptı bunu? Ermeni bir usta çıkar altından. Ermeniler zanaatkârdılar ve Türk topraklarını parsellemek isteyen Alman, İngiliz emperyalizminin en büyük rakibiydiler. Çünkü mamul madde piyasasında bu bölgede Ermeniler, -o sırada sanayi ürünleri ihracatı sistemin ayakta durması bakımından çok önemli bir şey- rakip tanımıyor. Ve tabiî ki Avrupalılar seri üretim yoluyla birçok şeyi çok ucuza mâl ediyorlardı. Ama asla Ermeniler’in kalitesini tutturamıyorlardı. Ne dokumada ne de diğer alet edevat meselesinde. Dolayısıyla bu pazar hâlâ, yani Ermeniler’in yaşadıkları alanda hâlâ mamul madde ihracatıyla ayakta duran sistemin hasmı onlardı. Onların varlığını ortadan kaldırmadıkça oralara hâkim olmaları imkânsızdı. Dolayısıyla eğer Osmanlı Devleti ortadan kalktıktan sonra hâlâ Ermeniler etkin bir unsur olsalardı, Avrupa’ya meydan okuyacak bir güç doğacaktı burada. Zaten gene bakın, yine ihracat yapıyorlardı Ermeniler Osmanlının son dönemine kadar…

Yaşar Taşkın Koç: Bu meseleyle ilgili böyle bir ekonomik bakış açısını daha önce hiç duymamıştım…

İsmet Özel: Tabiî, yani birçok şeyi biz konuşmuyoruz. Netice itibariyle, biz millî varlığımızı görüntü itibariyle koruyalım, yeter, gerisi ne olursa olsun gözüyle yaşayan; “zaten ben de malı götürüyorum” diye düşünen yöneticilerimiz oldu hep… O yüzden de biraz önce siz bana dediniz ki, “Hiç bir Türk’ün varlığını öne çıkaracak bir çabası olmadı mı? Akim kalan şeyler yok mu?” Yok! Çünkü Türkiye ayakta kalabilmek için daha başından adaptasyon yöntemini seçti. Yani bizim Ortaoyunu gibi Bertold Brecht’e gelinceye kadar Avrupa tiyatrosunun fark edemeyeceği teknikleri olan çok üstün bir tiyatro geleneğimiz vardı. Türkiye’de insanlar işte Ahmet Vefik Paşa’nın adını anıyorlar… bilmem Bursa… bilmem cart curt… Yani bir akım çıkıp da, “N’oluyo ya! Böyle saçma şey olur mu? Avrupa da kim oluyormuş! Onların tiyatrosu da neymiş! Bakın bizim tiyatromuza” demedi… Anlatabiliyor muyum?

Yaşar Taşkın Koç: Siyasette de mi öyleydi?

İsmet Özel: Ama bu çok önemli, ben bunu da ısrarla vurgulamak istiyorum: Bir Türk çıktı, Buhurîzade Mustafa Efendi. “Itri” diye bildiğimiz bu Türk 17. yüzyılda Türklüğü korumak için çok yüksek değerde bir çaba gösterdi. Yaptığı sanat. Biz bugün bayram tekbirini ve Salavat-ı Şerif’in özel bir söylenişini ona borçluyuz… İkisi de onun bestesi. Yani ne demek? Bir bestekâr çıkıyor. Millî varlığın bütünlüğünü koruyabilmesini sağlayacak bir alet üretiyor. Ama işte ben gene hep bunu söylüyorum: Itri’mi büyük, Bach’mı diye sorduğunuz zaman, “Elbette Bach” diye cevap veriyorum. Neden? Çünkü Bach’dan sonra Beethoven var!.. Itri’den sonra yok!.. Yani işte bu bizim bugün uğraşmamız gereken şey millî varlığımızın ne olduğunu önce teşhis etmek, sonra da ne bileyim yani ona katılmak, ona eklemlenmek… modern bir ifadeyle.

Yaşar Taşkın Koç: Teşhis ettik mi peki, şu ana kadar yaptığımız konuşmalar, yeni bir tanımınız var…

İsmet Özel: İşte teşhis ettik mi diye bana soruyorsunuz. Ben diyorum ki. “Allah Türkleri, diğer milletlerden üstün yarattı!..” Birilerinin tüyleri diken diken oluyor… Birileri de kaçacak delik arıyor… Anlatabiliyor muyum… Bu Türkçü diye ortalıklarda dolaşanlar da bu işten pek haz etmiyorlar... Çünkü işin içinde Allah var, yaratma var. Tarihî misyon var. Çünkü Türkiye’de Türkçülerin Türkçülükleri Avrupalılar tarafından yutturulmuş bir Türkçülüktür. Onlar hâlâ Altay’dan attığı okla uğraşırlar. Halbuki bizim Türklüğümüz doğrudan doğruya Müslümanlığımızla kaim olan, tarih sahnesinde bir milletin yer alması ile oluşan bir Türkçülüktür… Yani o mânâda, kâfirle çatışmayı göze almayan Müslüman’a “Türk” demiyoruz. Ve ben bunu ısrarla belirtiyorum. Türklük ne zaman başladı diye sorduklarında Allah Resulü’nün cihada gitmeyip de onun parasıyla mescit inşa ettirenlerin mescidine girmediği, hatta buranın yıktırıldığı da söylenir. Bu, Türklüğün başlangıç noktasıdır.

Bugün Türkiye’de ve dünyada İslâmî mücadele gibi görünen şey, sünnete aykırıdır.
Çünkü Mekkeli müşrikler Allah Resulü’ne dediler ki: “Eğer kadın istiyorsan en güzellerinden seç al. Eğer servet istiyorsan aramızda toplayıp sana verelim. Eğer reislik istiyorsan bundan sonra senin sözünden çıkmayalım. Ama Resulüllah’ın ona verdiği cevap: “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz, ben davamdan vazgeçmem!..” Davası neydi; “Lâ ilâhe illallah, Muhammeden Resulüllah…”

Şimdi bugün dünyada ve Türkiye’de İslâmcıymış gibi, İslâmî mücadele veriyormuş gibi görünen insanlar neyin peşindedirler? Müşriklerin Resülullah’a teklif ettikleri şeyin peşindedirler… Resulüllah demez miydi ki; “Madem benim sözümden çıkmayacaklar, şu teklifi kabul edeyim, ondan sonra bunları yavaş yavaş bir şey yaparız…” Bugün yapılan, ister Usame Bin Ladin deyin adına, ister Türkiye’den bir isim verin, hepsinin yaptığı sünnete aykırıdır o mânâda… Neyse insanları fazla rahatsız etmeyelim…

Yapılacak şey nedir? Önce, Müslüman olmanın ne olduğunun anlaşılmasıdır. Müslüman olmanın ne olduğunun anlaşılmasının içine, Türk olmanın ne olduğunun anlaşılması da girer… Adam diyor ki, “Benim anam babam Gürcü. Ben nasıl kendime Türk diyeyim?” Senin ananın babanın Gürcü olması kavmî bir şey… Ben sana tarihî bir şeyden bahsediyorum. Sana DNA’larından falan bahsetmiyorum!.. Ve Türklüğün ne zaman başladığını sana söylüyorum. Diyorum ki, o mescitte, kâfirle çatışmayı göze alamayanların mescidinde secde etmemek mânâsındadır. Ve ondan sonra Allah bize gösterdi ki, bu Asya içlerinden gelen bazı insanlar, dünyada Hıristiyan hâkimiyeti peşinde koşan insanların oyununu temelden bozdu. Ve Türklerin Ortadoğu’ya hâkim olmaları Haçlı Seferleri’ni kaçınılmaz kıldı… Bugün bizim yaşadığımız topraklarda, Türklerden farklı, diyelim en çok sayıdaki azınlığın Kürtler olduğu söyleniyor. Bu insanların eğer kendileri istiyorlarsa Türk kabul edilmeleri gerekir. Ama onlar kart-kurt sesi dolayısıyla Türk değiller… Eğer onları Türk saymak söz konusu ise bunu tıpkı Arnavut’u, Çerkez’i, Pomak’ı Türk saymamız gibi sayacağız. Nedir o? Bu toprakların dar-ül İslâm olması sadece Türkler’e, Lazlar’a bir vatan temin etmedi. Kürtlere de vatan temin etti… Çünkü Kürtler bu topraklarda Türkler gelmeden önce de bulunan Müslümanlardı…

Yaşar Taşkın Koç: Ama onların vatanı değildi...

İsmet Özel: Evet… Onların vatanı değildi, onlar burada yaşıyorlardı… Buraların dar-ül İslâm olması, bütün Müslümanlara bir vatan temin etti. Onun için de İstiklal Harbi, dünya Müslümanlığının istiklâlinin harbidir… O yüzden de Lozan’da Kürtler azınlık sayılmamıştır. Kürtler azınlık değildir… Neden? Çünkü Müslümandırlar… Tıpkı Dağıstanlıların, Pomakların azınlık olmadıkları gibi. Dolayısıyla bizim devletimiz, eğer bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin tebaasıysak bir İslâm devleti olarak kurulmuştur. Müslümanlara kâfir istilâsında olmayan bir mevki temin etmek için… Ondan sonra bunun sosyal bir açıklaması da var… Yani bakıyorsunuz 12 milyon nüfusu olan Türkiye’nin cumhuriyet kurulduğu zaman 8 milyonu Balkan göçmeni, 2 milyonu Kafkas göçmeni… Geriye kalıyor 2 milyon… Anlatabiliyor muyum? Herkes buraya gâvur içinde kalmamak, Müslüman olarak yaşayabilmek için gelmiş… Burası, bu topraklar, adına bütün dünyada Türkiye denilen yer, dediğim gibi, ikinci kez vatan yapıldı… Bir kere 11. yüzyılda dar-ül İslâm yapılarak vatan yapıldı. Bir de İstiklâl Harbi sonunda vatan oldu. Kimin vatanıydı burası? Müslümanların vatanıydı. Aynı zamanda Malezyalılar’ın, Endonezyalılar’ın, Sudanlılar’ın da vatanı… Müslüman oldukları takdirde… Anlatabiliyor muyum… Çünkü onlar ancak Müslümanların “Biz biliriz kendi işimizi” diyebildikleri yer olarak Türkiye’yi seçtikleri bir yer burası. Sudan’da Müslümanlar “biz biliriz kendi işimizi” diyemiyorlar. Malezya’da diyemiyorlar. Ha, “biz biliriz kendi işimizi” diyenler, pek bir şey biliyorlar mı? Bilmiyorlar… Ama bunu söylüyorlar. “İşimizi biz biliriz” diyorlar. Bu manada işte bu Tek Parti Dönemi, Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960’ın işlevi, askerî darbelerin Türkiye’yi neye rapt ettiği… Bütün bunlar bu bağlamda konuşulmalı. 1973 yılında CHP-MSP koalisyonu kuruldu. 1974 yılında da Kıbrıs’a çıkıldı. Bunlar ancak böyle bir koalisyonda, yani Türkiye’ye İstiklâl Harbi dönemindeki en işlevsel örgütle Türkiye’nin yegâne kültürünü temsil etmek iddiasıyla ortaya çıkan örgüt birleştiği zaman Kıbrıs’a çıkabiliriz…

1. Bölüm Sonu...

Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.

© www.ismetozel.org

Comments